Arabacılık konusunda ilk dersler…

 Arabacılık konusunda ilk dersler…

Ben ortaokula giderken mahallemizde hepi topu üç beş tane araba vardı. 1956 model bir Chevrolet, 1954 model bir Ford, 1954 model bir Buick, 1952 model bir Chevrolet ticari taksi bunlardan bazılarıydı. Bu gösterişli arabalardan başka bir de iki kişilik Messerschmitt markalı acayip bir otomobil vardı. Bu otomobilden de ilerleyen günlerde bahsedeceğim.

Ben ve otomobil hastası arkadaşlarıma en ilginç gelen otomobil, aşağıdaki “hardtop” modele benzer 1956 model bordo-beyaz bir Chevrolet idi. Bu otomobil, yaşlıca ama çok sevecen bir doktora aitti. Amerika’dan 1957 yılında kendisi almış gelmişti.

Doktor amca otomobile çok fazla binmezdi. Çoğunlukla bakımlarını, kontrollarını yapar ama çalıştırmazdı bile. Ayda yılda bir yerinden zor bela hareket ederdi. Onun park yerini terk etmesi bizim ve doktor için büyük olaydı.

Bazen bizim de arabasına meraklı olduğumuzu biliyor ya, bize karşıdaki dondurmacıdan dondurma ısmarlar, bizi arabaya bindirir ve Amerika’dan Türkiye’ye bu otomobil ile yaptığı yolculuğunu ballandıra ballandıra anlatırdı.

Amerika’da Arizona çöllerinde bu arabayı kullandığını, okyanusu büyük bir transatlantik ile geçip Belçika’nın Anvers limanına kadar bu gemiyle geldiklerini, arabanın arkasındaki metal “B” harfinin de Belçika’da takıldığını, yolun çok uzun sürdüğünü, hatta okyanusun ortasında fırtınaya yakalandıklarını defalarca dinlemiştik. Bunları arabanın içerisinde dinlerken bizler de o yolu adeta yaşar gibi oluyorduk.


Hatta bu sohbet bize o kadar tatlı gelirdi ki, ellerimizdeki külahlarda bulunan dondurmalarımızı yalamayı unutur, eriyen dondurmaları üstümüze başımıza ve hatta Chevrolet’in içine damlatırdık. Ancak çok hoşgörülü bir insan olduğu için bize hiçbir şey söylemezdi.

Araba ayda yılda bir yerinden çıksa da öyle hemen marşa basıp da park yerini terk etmezdi. Bu iş öncelikle küçük bir merasime tabiydi.

Doktor amca önce elindeki kova ve bezlerle camları, aynaları siler, lastiklerin beyaz yanaklarını temizler ondan sonra da kaputu açıp motorun yağını suyunu kontrol ederdi. Biz de çevresindeyiz ya, bize de yağ çubuğunu, radyatörü, fren hidroliğini ezberletmişti.

Yani o yaşlarda motor nasıl çalışır bilmesek de hepimiz arabaya binmeden yapılacak kontrolları, yağ çubuğunu çekmeyi, radyatör kapağını açarak (o yıllardaki arabalarda yedek su deposu yoktu) suyu kontrol etmeyi, fren hidrolik deposunun yerini öğrenmiş, arabacılık konusunda ilk derslerimizi bu iyi insandan almıştık.

Kontrolları bitirip de direksiyona geçtiğinde içimizden birisi kovadaki suyu döker, bezleri kovanın içine koyar ve doktorun en az kendisi kadar sevecen eşine bu malzemeyi teslim etmeye giderdi. Bu esnada doktor amca da arabayı çalıştırmaz ve kovayı götüren arkadaşımızı beklerdi. Çünkü giden bu arkadaşımız evden kesinlikle eli boş dönmezdi. Hepimize yetecek kadar meyve, kek, kurabiye veya kuruyemiş bu arkadaş tarafından servis edilirdi.

Bir gün tanımadığımız iki adam gelerek bizim doktorun arabasını alıp götürdüler. Arabayı satmıştı. Bu işe gerçekten çok üzüldük. Hatta mahallenin çocukları olarak bu arabayı satmadan bize de danışması gerektiği gibi bir takım saçma düşüncelere bile kapıldık. Doktor amca da uzun süre ortalıkta görünmedi. Keyfimiz kaçmıştı.

Yaza doğru bir gün akşam üzeri mahallemize hiç tanımadığımız bir otomobil geldi. Pırıl pırıl kurşuni renkte bu otomobil bir Mercedes’ti. Hemen oyunu bırakıp bu otomobilin yanına gittik. İçinden de yine bizim tonton doktor amca indi. Yeniden bir otomobili olmasına çok sevinmiştik.

Bize bu otomobilini de en ince ayrıntısına kadar tanıttı. Ve bu otomobilin de bakımlarını beraberce yapacağımıza söz verdi. Kaputun üzerinde duran nikelajlı Mercedes amblemi çok hoşumuza gitmişti.

Mercedes de Chevrolet gibi yerinden fazla kalkmıyordu. Hatta bizim çok hoşumuza giden Mercedes yıldızı amblemi de bir gece kendini bilmezler tarafından kırılarak çalınmıştı.

Doktor amca bu otomobilin motoruna daha bir ihtimam gösteriyordu. Kaput açıldığı zaman pırıl pırıl alüminyum kapaklı bir Mercedes-Benz motoru insanın yüzüne adeta gülümsüyordu. Bu alüminyum üst kapağın üzerinde de kabartma olarak işlenmiş bir Mercedes amblemi vardı. Siyah yuvarlak ve benim o zamanlar tencereye benzettiğim hava filtresi yanlarından klipsle kapanırdı.


Doktor amca bir ara yine Amerika’ya gidince Mercedes de sahipsiz kaldı. Ama bizler mahallenin çocukları olarak Mercedes’i sahipsiz bırakmadık. İçine bakamasak da dışını hep tertemiz, pırıl pırıl tuttuk, etrafına yabancıları yaklaştırmadık bile.

Aradan yedi sekiz ay geçti, bir kış günü doktor amca birkaç bavulla bir taksiden indi. Mahallenin araba sevdalısı çocukları olarak çok sevindik. Yeni maceraları dinleyeceğiz ve de Mercedes’i kurcalayacağız diye çok mutlu olduk.

Ertesi gün doktor amca ile yine eskiden olduğu gibi arabanın başında toplandık. Elinde sacdan yapılma küçük bir çanta bidon vardı. Ona cerikan diyordu. Birimize az bir şey para verdi ve köşedeki benzin istasyonundan birkaç litre benzin alıp gelmesini rica etti.

Arabayı açarak bir iki kez marşa bastı. Araba hiç oralı olmadı. Bize dönerek “bu araba epeydir burada yattığı için karbüratörün şamandıra devresindeki benzin uçmuştur, şimdi onu yerine getirmek için biraz hile yapacağız” dedi.

 

Arkadaşım gelene kadar bizim o yıllarda çok merak ettiğimiz halde çok yabancısı olduğumuz uçak yolculuğu konusunda bize yaşadıklarını anlattı. Bu arada da kaputu açtı, benim tencere dediğim hava filtresini söküp karbüratörü meydana çıkarttı.

Benzin gelince içimizdeki lise talebelerinden birini direksiyona oturtarak marşa nasıl basılacağını tarif etti. Eline aldığı üstübüye biraz benzin döktü. Üstübüye emdirdiği benzinin az bir kısmını karbüratörün içine damlattı ve marşa bastırdı. Araba çalışır gibi oldu ama çalışmadı. Biraz daha benzin damlattı. Yine “bas marşa” diye seslendi. Yine araba çalışacak gibi yaptı, ama çalışmadı. Birkaç damla daha damlattı. Arkadaşım marşa bastığında araba topal da olsa çalıştı. Bizim doktor da eliyle karbüratör girişini kapatıp açarak bir nevi jigle yaptı, araba çalışmaya başladı. Filtreyi yerine dikkatlice taktı. Kaputu da kapatıp direksiyona geçti.

İlk baştan biraz sesli çalışan Mercedes motoru normale döndü. Bizim doktor da ıslak üstübüyle ellerini temizledi. Bizi de arabaya alıp şöyle bir tur attırdı. Çocukluk işte, çok hoşumuza gitmişti.

Buradan fasulyenin faydalarına ve de 1983 yılına geçiyorum.

1983 yılında askerlik yaparken istasyona vagonlara yüklü askeri araçlar geldiğini, bu araçların çalıştırılarak kışlaya gelmesi emri verildi. Genç bir teknisyen astsubayla birlikte gittik.

Vagonların üzerindeki küçük kamyonlar yukarıdakinin aynısı ve Mercedes Unimog 404 modeliydi. Bu kamyonların önlerinde küçük kaputları vardı ama motora erişim içerideki iki kapak açılarak yapılıyordu.

Ve işte bu kapakları açtığımızda benim çocukluğumun üzeri amblemli benzinli Mercedes-Benz motoru karşımdaydı. Motorda sulardan geçiş için bir takım değişiklikler yapılmış olsa da bu motor bizim doktorun benzinli üstübü koklatarak çalıştırdığı motordu.

Unimog’ların tren yolculuğunda emniyet açısından benzin depolarındaki benzin boşaltılmış,l astik havaları biraz indirilmiş ve de akülerinin kutup başları çıkartılmıştı. Bir tanesinin benzin ikmalini yaptık, kutup başlarını takıp marşa bastık. Hiçbir hareket olmamıştı.

Genç astsubay bu motoru nasıl çalıştıracağını düşünürken ben hazırdım bile. Şoför koltuğuna oturan asker traktör kontak anahtarına benzeyen anahtarı kontağa takıp kontağı açmıştı. Ben de elimdeki benzinli üstübü ile yan tarafa geçip karbüratöre birkaç damla benzin damlatmıştım. Aynen doktor amca gibi bir kaç koklatmadan sonra bizim Unimog 404 çalışıvermişti.

Öğrenilen bilgi ve tecrübelerin uygulamasıyla başarılı olunduğu müddetçe hayat daha keyiflidir.

Burada genç arkadaşlarıma da sesleniyorum. Hiç bir konudaki bilgiyi küçümsemeyin. Mutlaka bir gün olur işinize yarar. Bilginin iyisi, kötüsü, faydalısı, zararlısı olmaz.

Bu vesile ile beni sabırla okuyan, ya da okumayan bütün arkadaşlarımın yeni yılını da kutluyorum. Yeni yılda sağlık, mutluluk ve başarılar diliyorum.

Herkese selamlar…

M.Ali Sade 2011

2 Comments

  • her yazı, öncekinin üstüne koyuyor…

  • M.Ali bey birçok otomobil dergisi okuyorum (e- dergiler dahil) ama bu yazınız sayesinde kendimi sizin mahallenizdeki arkadaşlardan biri gibi hissettim ellerinize sağlık . Yeni nesil yazarlar sürekli 200-500 hp arası araçların motorlarının korkunç seslerinden – adrenalin zıplatan sürüş dinamiklerinden bahsededursunlar siz işin kültür ve ruhuna yönelik yazılar yazıyorsunuz … Tekrar tebrikler makalelerinizi sabırsızlıkla bekliyorum 😉

Comments are closed.