Duygusal ayrıntılar…

 Duygusal ayrıntılar…

Geçen haftaki deneysel test yazısında Süreyya İzgi üstadımın O302 tecrübesini gözler önüne serdiği yazısı beni gerçekten çok etkiledi. Bu yüzden bu haftaki yazımda bir muavinin gözünden O302 Mercedes-Benz otobüslerden ve ayrıntılarından bahsedeceğim. Sonra yine geçmiş zaman otomobillerine döneceğiz.

Muavinler aslında Türk nakliyeciliğinin, otobüscülüğünün alaylı yani usta-çırak usulü ile yetişen gerçek ustalarıdır. Bildikleri her konu yaşadıkları acı-tatlı tecrübelere dayalıdır. Bu günkü saçları ağarmış tecrübeli ağır vasıta şoförlerimizin tamamı bu şekilde yetişmişlerdir.

Bu yazının ikinci bölümü de aslında hazır. Çok uzun olup da sizleri sıkmamak adına şimdilik birinci bölümle keseceğim.

Burada anlattıklarım ana fikir olarak kendi yaşadığım ya da gözlemlediğim bazı olaylar ve yakın çevremde gerçekten meydanlarda araba yıkarken otobüs aşkı ile muavin olup da daha sonra yeteneği ve dürüstlüğü ile en kaliteli firmaların otobüslerine kadar ulaşabilmiş, ancak kendine ait bir arabası olma şansını yakalayamamış yakından tanıdığım değerli insanlara aittir..

Hadi beraber o günleri yaşayalım…

Mehmet Kaptan daha plakalarında kurban kanı yeni kurumuş gıcır gıcır O302 otobüsü Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali 12 numaralı perona İstanbul’a hareket etmek üzere çektiğinde kalkışa yarım saat vardı. El frenini cayırtılı bir şekilde kurarak sabitlediği otobüsü iyice dikkat çeksin diye farları far anahtarından park durumuna aldı ve sol taraftaki kırmızı ışıklı dörtlü flaşör düğmesinden de dörtlüleri yakarak ön kapıdan aşağıya indi.

Geriye dönerek O302’yi şöyle bir süzdü. Ön panjur üzerindeki yazısı, tepedeki ışıklı levhası, ön camdaki logosu çok dikkat çekiciydi. Açık mavi ve lacivert renk kombinasyonu da pırıl pırıl kaliteli boyasıyla göz kamaştırıyordu. Otobüsün yepyeni olması dolayısıyla park ve iç lambaları da diğer O302’lere göre çok daha parlak yanıyordu.

Mal sahiplerince otobüs yeni alınırken otobüste çalışacak kaptan da epey araştırılmış ve neticesinde yıllarca muavinlik yaparak ustalığa adım atmış Magirus muavini Mehmet arabalara gösterdiği ihtimam, bakım bilgisi, şoförlükteki becerisi, şahsi terbiyesi ve itimada şayan dürüstlüğü göz önüne alınarak bu yepyeni otobüse layık görülmüştü.

Otobüsün muavini Ahmet ise Mehmet kaptanın yakınlarından birisinin oğluydu ve böyle yepyeni bir otobüste çalıştığı için çok gururluydu.

O da Mehmet kaptan yazıhaneye yönelince otobüsün içini son bir kez kontrol ederek elinde kartondan bagaj fişleri ile otobüsün yanında yerini aldı. Gelen yolcuların inecekleri yere göre bagajlarını teslim alıyor ve elindeki bagaj fişini iple bagajlara bağladıktan sonra fişin bir parçasını kopararak yolcuya geri veriyordu.

 

Hareket saati geldiğinde kaptan yazıhane katibi ile birlikte otobüsün yanına geldi. Katip elindeki listeyle içerideki yolcuyu kontrol ettikten sonra yol üzerinden binecek yolcuları kaptana bir kez daha hatırlattı. Listeyi ve hesabı kaptana teslim etti. Kaptan parayı iki kez saydıktan sonra yan cebine koydu ve katibe de cüz’i bir bahşiş attı.

Mehmet kaptan yerine oturduğu zaman el frenini bırakırken yavaş bir sesle “Bismillahirrahmanirrahim” dedi. Park durumuna çevirdiği farlarını anahtarı çevirerek tekrar yaktı. Tek bir kez kornaya “Allaha ısmarladık” anlamında dokundu. Kornadan otomobil kornasına benzer bir ses çıktı.

Garaj içlerinde insanları rahatsız etmemek için otobüste bir de alçak sesli bu korna vardı. Ama tablodaki düğmesinden yolda havalıya çevriliyordu. Bu kornaya katip de aldığı bahşişten memnun olarak elle selam verdi. Yolcularını uğurlayanlar da otobüsün hareket edeceğini anlayarak el salladılar.

“Gel gel geeel”…

Arka taraftan muavin Ahmet’in sesi duyuldu: “Gel geri geeeel!!” Önce iki sonra bir ve daha sonra sertçe geri vitese taktığı vitesi hiç cartlamadı. Aynalarından geriyi kolaçan ederek yavaş yavaş sağ yaparak perondan çıktı. Yanındaki O302’den biraz uzaklaşınca Ahmet’in “geel,geel” diye canhıraş bağırmalarına aldırmadan çabucak tam sol yaparak adeta nokta dönüşü yapan tanklar gibi perondan çıktı. Araba biraz ilerledikten sonra arka kapının kapandığı sesi geldiğinde kaptan aynadan bakarak Ahmet’in bindiğinden emin oldu. Kendi ustası da öyle yapardı çünkü.

Garajın çıkışını da yaptıktan sonra Mehmet kaptan radyonun düğmesini şöyle bir çevirdi. Şehir içinde radyo cızırtısız çekerdi. En azından bir müddet dinleyeyim diye düşündü. Evet işte yine en sevdiği türkü olan “Dün gece yar hanesinde” diye başlayan Erzurum türküsü yanık yanık çalıyordu. Bu onun için sürpriz olmuştu. İlk seferi ve en sevdiği türkü…

Sesi biraz daha açıp gaza yüklendi ve takviye düğmesini aşağıya basarak arabayı üçüncü viteste debriyaja basarak takviyeden çıkardı. Daha sonra vitesi de tekrar boşa alarak yeniden üçe taktı. İlerideki demiryolu geçidine kadar türküsünü dinleyerek keyifle ve ağırdan devam etti.

İstanbul yoluna girdiklerinde Ahmet otobüsün ön tarafındaki mikrofonu aldı, önce birkaç kez üfledi, daha sonra da kendisinin dahi anlamadığı birkaç şey söyledikten sonra herkese hayırlı yolculuklar diledi.

Kağıt peçeteye özenle sardığı kolonya şişesiyle yolculara kolonya ikram etti. Daha sonra da ilk su taleplerini karşıladı. Suları verirken “daha yeni bindiniz suyunuzu da içip öyle binseydiniz ya” diye düşünmekten de kendini alamadı ama yolcuya da belli etmedi.

Mehmet kaptan yolcu listesini Ahmet’e vererek yolcuyu kontrol etmesini söyledi. Ahmet de tek tek biletleri alıp inceleyerek bu işlemi tamamladı. Bir hata yoktu.

Tavan lambalarının söndürülmesi yolcular için uyku saatinin başlangıcıydı. Tavan lambaları sönünce ön havalandırmaların üzerinde sonradan takılan su damlası biçimindeki kırmızı ve yeşil lambalar yanmıştı. Bu da otobüsün içerisine gizemli bir hava katıyordu. Ara ara hıçkırarak ağlayan küçük bir çocuğun sesi haricinde içeride sadece motorun şıkırtılı ve asil sesi işitilir oldu.

Ahmet arkada sakladığı küçük taburesini alarak kaptanın yanına oturdu. Yol boyunca Mehmet kaptandan öğrenebileceği çok şey vardı. Onun bütün hareketlerini en ince ayrıntısına kadar takip ediyor, hangi durumda hangi tepkiyi verdiğini, vitesleri nasıl değiştirdiğini, direksiyonu nasıl tuttuğunu, pedallara nasıl bastığını adeta beynine nakşediyordu. En çok da diğer otobüslerle kapışması hoşuna gidiyordu ama kaptanın böyle muhabbetlere kızdığını bildiği için ona bir şey söylemiyordu.

Egzozdan çıkan alevler

Akdoğan köyünün rampasına geldiklerinde arkadan gelen bir O302 milim milim de olsa onları sollayarak zor bela önlerine girebilmişti. Mehmet kaptan bu işe biraz bozulsa da sadece arkasından birkaç kez selektör yaparak sinirini belli etmişti. Sonra da Ahmet’e arabanın egzozundan çıkan 30-40 cm’lik alev dilini göstererek iyi motorlarda bu alev çıkışının görüldüğünü dolayısıyla da kendilerini sollayan otobüsün de iyi bir motora sahip olduğunu anlatarak biraz olsun sinirini yatıştırmıştı.

Ahmet öndeki otobüsün arka tamponunun altından parıldayan plastik reflektörlere hayranlıkla baktı. Ne kadar da güzel parıldıyorlardı. Plaka lambası, stop lambaları ve Mercedes amblemi otobüsün arkasında çok sade ancak müthiş bir estetik içerisinde yerleşmişti.

O öndeki otobüsü incelerken ve aralarında neredeyse birkaç metre mesafe ile ve 80 km/h hızla seyrederken öndeki otobüs sol sinyalini yakarak hemen önündeki yorgun BMC’yi sollamak üzere sol şeride çıktı. Mehmet kaptan önce sol aynadan arkadan gelen olup olmadığını kontrol ettikten sonra çok hafif sol yaparak öndeki otobüs ve BMC arasındaki boşluktan ön tarafı kolaçan etti. Çok uzaklardan titrek bir far görülüyordu. Muhtemelen de “bu bir 520 MAN olmalı” diye aklından geçirdikten sonra bir taraftan sol sinyalini yakarken güzel bir çift debriyaj ve ara gazı ile bir ufak vitese geçti, çabucak BMC’yi sollayarak sağ aynadan geçtiğinden emin olduktan sonra şeridine döndü. Bu arada karşıdan gelen kamyona da dikkat etmeyi unutmadı, evet bu bir MAN’dı.

Bu hareket Ahmet’in çok hoşuna gitmişti. Hemen demin ustasının bahsettiği egzoz alevi aklına geldiği için o da geçerken BMC’nin yandan çıkan egzoz ucuna bakmıştı.O302 kadar olmasa da BMC’de de turuncu-kırmızı arası bir alev görünüyordu.

Uzuntarla’daki mola yerinden çıktıklarında artık önlerinde çok da fazla bir yol kalmamıştı. O yüzden Ahmet yol boyunca uyumamasına rağmen yine de inecek yolcuları düşünerek uyumamak üzere Mehmet kaptanın yanındaki taburede yerini aldı. Yolcu listesine işaretlediği yolda inecekleri tekrar gözden geçirdi. Gebze ve Bostancı kavşaklarında inecek üç kişi haricinde Harem’e kadar inecek yoktu. Harem’de inecek beş kişinin ardından da Boğaziçi Köprüsü’nü geçmenin ardından Topkapı’ya kadar direkt devam edeceklerdi. Listeyi düzgünce katlayarak yine torpidoya koydu.

Mehmet kaptan muavinliğinde ustasının gece araba kullanmasına bayılırdı. Ustasının hiç uykusu gelmediği gibi yolun sonuna doğru iyice de açılırdı. Şimdi de kendisi aynı durumdaydı. Düzce’den sonra biraz bastıran uykusu şimdi içtiği çayların da etkisiyle iyice dağılmıştı.

Mehmet kaptan marş düğmesi ile kilometre saati çerçevesine yaslanarak gösterge tablosu üzerinde çok eğreti bir biçimde duran ve aslında buradan düşmeyerek arabanın ne kadar sakin yol aldığını da ispat eden İbelo marka çakmağa uzandı. Sigara tiryakisi de değildi ama gecenin bu saatinde canı istemişti nedense. Cebinden çıkardığı ve Akyazı’da imal edildiği iddia edilen yabancı marka bir sigarayı tek çakışta yanan bu çakmakla yaktı. Yan camını çok az çekerek dumanın buradan çıkmasını sağladı. Çakmağı da yine ağır hareketlerle eğreti yerine bıraktı.

Ahmet yine her zaman olduğu gibi Mehmet kaptanı çaktırmadan süzüyor ve hareketlerini beynine adeta nakşediyordu. Yol gecenin bu saatinde oldukça boş olduğu için Mehmet kaptan vitesi beşe, deviri 2300’e ve hızı da 100 km/h civarlarına yaslamış olarak keyifle yola devam ediyordu. Ahmet Kienzle marka kilometre saatinin içinde yanan nokta şeklindeki kırmızı lambaya baktı. Otobüslerin azami sürati olan 80 km/h aşıldığında bu lambanın ikaz maksatlı olarak yandığını Mehmet kaptan ona öğretmişti.

Ama Ahmet en çok diğer gösterge içerisinde yanan mor renkli uzun huzme ikaz lambasını severdi. Eğilerek selektör koluna baktı. Evet aşağıdaydı ve uzun farlar yanıyordu. O zaman mor ikaz da yanıyor olmalıydı. Boynunu biraz uzatarak baktı, yanıyordu.

Yolcuları bıraka bıraka İstanbul’a indiklerinde Mehmet kaptan otobüsü Edirnekapı’da müsait bir yere park ederek gerekli bakım ve temizlik için Ahmet’e emanet etti. Kendisi de dinlenmek üzere ayrıldı. Ahmet’e de arabanın başından ayrılmamasını sıkı sıkıya tembihledi ve karnını doyurabilmesi için biraz para bıraktı.

Ahmet gecenin yorgunluğunu çıkarmak üzere arka beşlide bir güzel uyku çekti. Rüyasında O302 kaptanı olduğunu, apoletli mavi gömlek giydiğini ve de Akdoğan Rampasında kendilerini sollayan O302 yi solladığını, sollarken de korna çalarak nispet yaptığını görmüştü…

Herkese selamlar
M.Ali Sade