Reklam

Mini Cooper (1972)

 Mini Cooper (1972)

Her zaman büyük bir aşkla sevdiğim bir otomobil oldu Mini. Laf olsun diye değil, hatırladığım ilk oyuncağım da kırmızı bir Mini Cooper’dı 70’li yıllarda. Zaten bugün test sürüşü yaptığım otomobili ilk gördüğümde de o oyuncağım gözümün önünde canlandı… Beyaz jantları, açılan kapıları, önünde iri iri sis farları… Çocukluk hayatımda da yer etmiş bu güzel otomobil, hiçbir zaman çizgi dışında kalmadı.
Şirinlik muskası sözü herhalde bu otomobile bakılarak yazılmış olmalı! 1950’lerin ikinci yarısında yapılmış bir tasarım, nasıl hem amacına bu kadar uygun hem de bu kadar muhteşem güzellikte olabilmiş, hayal etmesi zor… Anlaşılan İzmir’in sadece kızları değil, fikirleri de fazlasıyla güzel! Malum İzmir kökenli tasarımcı Alec Issigonis’in BMC (British Motor Company) için şekillendirdiği efsanevi bir otomobil Mini. Gerçek bir pop ikonu kimliği alması rastlantı değil 1960’larda. Beatles’ın da Prenses Margaret’in de, Pembe Panter’in detektif Clouseau’su oyuncu Peter Sellers’ın da sahip olduğu otomobil, toplumsal hayattaki ivmesini, fonksiyonelliği kadar dünyada heyecan yaratan ikonik tasarım özelliklerine de borçlu. 1999’da yapılan Car of the 20th Century (20. Yüzyılın Otomobili) seçiminde birbirinden eşsiz 26 aday arasından “endüstriyel otomobil” kavramını başlatan Ford T Model’i izleyip ikinci seçilmesi boşa olamaz. Bu hiçbir kulisin başarabileceği bir iltimas da değil! Düşünün ki, 18 Aralık 1999’da 20. yüzyıl biterken açıklanan ilk 5 arasında Mercedes Benz ya da Chevrolet modeli yok!
“Mühendis beeeyy!..”
Yanına yaklaşıyorum, boy ölçüşeceğiz, yarıma ancak geliyor! Nasıl olabilir, “50 yıl öncesinin insanları daha mı kısa boylularmış!” diye düşünmeden edemiyorum! 1972 model Mini Mark II bu. İlk jenerasyonu 1959-1967 arası üretilen, ikincisi 1969 yılında ilk Italian Job’da da rol alan bu versiyonun temsilcisi, 38 yıllık olmasına karşın hayli iyi bakılmış bu Mini, geçirdiği revizyonlarla güncel tutulabilmiş. Kromajlı parçalarından jantlarına, sileceklerinden döşemelerine hatasız bir orijinal! Baktıkça gülümsüyorum, her bir noktası tasarımıyla, şirinliğiyle hayranlık uyandırıyor. 3 metrekareden küçük gördüğüm en güzel şey bu otomobil! Dokunup duruyorum, kaportasına, plastik aksamlarına… Gerçekliğini sınıyorum sanki! O bagaj kapağına ne demeli? Bugünkü MINI’nin sadece Cabrio versiyonunda uygulanan tersine açma sistemi bagaja ulaşmayı da sıradışı yapmış! Artık harekete geçmek gerek, içim içimi yiyor zaten! Bu hislerle kapıya sarılıyorum, aklıma BMC’nin (ilginç raslantı, yine bir BMC ürünü!) “mühendis beeey, direksiyonu ters tarafa takmışlar” sloganlı kamyon reklamını getiren bir şaşkınlık yaşıyorum! Sahi, bu otomobil sağdan direksiyonlu! Sağ kapıya yöneliyorum.
İri yarı olmamama karşın “ben bunun içinde nasıl sığacağım?” şüphesi içimi kemirerek atıyorum ilk adımımı mikro kabinine! Kabinde yer kazanma tutkusuyla arka akslar dışında bütün yürüyen aksamları önde toplayan Alec Issigonis, yine bu kaygısıyla dünyanın önden çekişli ilk otomobilini geliştirmiş. Evet, otomobilin sırlarından biri bu! Herşey önde kaputun altında oluyor bitiyor! Transversal bir motor, sol tekerleğin arkasına gizlemiş radyatör peteği, sağ tekerleğin arkasında vites kutusu ve diferansiyel… Devrimci yaklaşım böyle olur! Düşününce, 1959’nun şartlarında herhalde UFO’yu icat etmiş gibi muamele görmüştür Issigonis! Tabii bu kadar tutkulu bir tasarımı üretici firma BMC yetkililerine kabul ettirmesi de zor olmamış muhakkak! Kırmızı yer döşemesine kıyamaya kıyamaya basıyorum. Özenle yenilendiği her halinden belli. Kabin içi enteresan, günümüzün ergonomi anlayışından pek ip ucu yok… Bugün görüp kullandığımız birçok unsurun atasını görebilmek mümkün içinde. Elektronik aksamlar hariç eksiksiz diyebilirim ama herşeyden ancak olması gerektiği kadar var, gösterişsizce. Zaten elektroniğe de gerek yok, pure driving pleasure! Sahibinin özeni ahşap kaplı kokpitten belli. Kabine Rolls Royce, Bentley havası kazandırmak isterken amacının özenmek değil de otomobilin gözündeki değerini yansıtmak olduğunu düşündüm. Normalde otomobilde çok itici bulduğum ahşap malzemeleri neredeyse görmedim bile! Kokpitte her şey ortada toplanmış, kolayca uzalınabilecek şekilde diyeceğim ama zaten oturduğunuz yerden zaten diğer kapıyı da açabilmek mümkün! İki kapaklı torpido gözlerinin arasında hız, hararet ve şarj göstergeleri, sürücüyü bilgilendirmeye yetiyor. Kontakt, kalorifer ve farlar da bir alttaki grupta. Bu kadar! Gerekli olmayan hiçbir şey yok. Süse yer verilmemiş, zaten kendisi süs gibi göründüğünden olmalı! İngiliz Mini fanatiklerinin BMW’nin MINI’sini orijinaliyle asla bir tutmayıp neden BINI dediklerini anlıyorum galiba! Dikkat çeken bir başka şey de kabin içindeki kullanım alanının minimum boyutlara karşın maksimum genişliği. Zeminin %80’i sürücü ve yolcuların kullanımına sunulabilmiş başka bir araç var mı, meraktayım…

Herşey üzerime üzerime geliyor

Kemerimi takayım diyorum, dönüyorum B sütununa doğru, bildiğim yerde o da yok! Aslında B sütunu da yok, monokok gövdeyi A ve C sütunları taşıyor, B göstermelik! Neyse, zemine sabitlenmiş, kırmızı emniyet kemerini yerden alıp koltuğun diğer tarafına takıyorsunuz! Bildiğimiz iki noktalı emniyet kemeri! Anahtarı takıp kontağı çevirince huzursuz bir ses ve titreşimle çalışıyor 850 cc’lik 4 silindirli motor. “Ben İngiliz’im” diye bağırıyor bu özelliğiyle. Direksiyonun açısı da ilginçmiş, modern otomobillerden daha dik görünüyor gözüme. Görüş açıları mükemmel derecede iyi, her tarafa hakim hissediyor insan kendisini. Tabii şu an duruyorum ve etrafta hiçbir araç yok! 4 ileri vitesli bir şanzımanı var otomobilin. Kemikli bir geçişle vitesi 1’e alıyor ve ilerlemeye başlıyorum Mini’yi sınayarak. Bu kadar küçük olması güven mekanizmasını da mı etkiliyor ne, önce bir emin olmak istiyorum. Topu topu 650 kg’lık bir ağırlık, haliyle zorlanmadan ilerliyor, kolayca hızlanıyor. Hızı 60 km/s’ye geldiğinde bile daha hızlı hissettiriyor. Süspansiyondan değil, gövdenin küçüklüğünden tabii ki bu his! Gövde gayet konfor içinde, yayların yerine hidrolastik denilen kauçuk konilerin kullanıldığı süspansiyon, makul düzeyde konforu sağlayabiliyor. Yanımdan başka normal otomobiller geçiyor, desem ki tekerleklerini zeminden izliyorum, abartmış olmayacağım! Ama o kadar alçaktayım ki, onlar da kuş bakışı bana bakıyorlar! Şöyle bir tedirginlik kaçınılmaz olarak hissediliyor, sanki karşıdan ya da arkadan gelen araçlar hep üzerime gelir gibi. Hepsi büyük ben küçüğüm ya, üzerime üzerime geliyorlar! Kamyon lastiği manzaralarını iştahınız kaçmasın diye anlatmayacağım…
Tavanı tek elimle geriye doğru katlayınca içerisi daha bir havalanıyor, aydınlanıyor! Buna karşılık kafam değilse de saçlarım tavandan dışarı taşıyor… Ama asıl keyifli sürüş de böyle yaşanıyor.
Marc Bolan ve Rauno Aaltonen!
Şaşırtıcı bir sürüş coşkusu var bu Mini’nin. Son derece dengeli hissettiriyor, virajlarda sanki kullanım amacı dönüşlermiş gibi doğal olarak kıvrılıp gidiyor. O ilk çalıştırmadaki huzursuz kimlik, yol almaya başlayınca katıksız keyife dönüşüyor. Hele bir de o ilk anın sıradışı bir otomobil kullanmaktan kaynaklanan tedirginliği atılınca! İnsanın içinde virajlarda oyun oynamak geliyor. Belki pistte eğlenceye tamam ama trafikte düşüncesi bile riskli… Go-kart gibi bir anda spin atma olasılığı gayet yüksek bu Mini’ğin. Aklıma hemen bu minicik Mini ile kaza ihtimalinde yaşanabilecekler ve bir örnek geliyor. 1977’de glam rock’ın temel taşlarından biri olan İngiliz T-Rex grubunun karizmatik solisti Marc Bolan’ın trajik ölümü geldi aklıma. Ölüm korkusuyla hiçbir zaman otomobil kullanmayı öğrenmeyen Bolan, 16 Eylül 1977’de kız arkadaşının Mini Cooper 1275 GT’sinin kontrolünü yitirip çınar ağacına çarptığı kazada hayatını kaybetmişti. Bunu düşünüyorum ve daha bir temkinli olarak ilerlemeyi sürdürüyorum. Ama güvenli sürüşüne dair vereceğim örnekler sanırım daha güçlü. 1964, 1965 ve 1967 yıllarında Mini Cooper, “uçan Finli” Rauno Aaltonen’in pilotajında Monte Carlo Rallisi’nde birinciliği elde etmişti. Hatta 1966’da da yine Aaltonen kazanmıştı ancak diğer yarışçıların ağız birliğiyle aldırdıkları tartışmaya açık bir kararla uygun olmayan far donanımından dolayı birinci bitirdiği yarıştan sonra diskalifiye edilmişti. Mini 1999’da BMW tarafından alınıp büyüyerek MINI olunca marka elçiliğine getirilen Rauno ile 2005 yılında Büyük Sahra Çölü’nde yaptığımız bir sürüşte bunu konuşmuştuk. Rauno Aaltonen, politik kararların gerçeği değiştiremeyeceğini ve Mini’nin gerçekten 4 kez üst üste Monte Carlo Rallisi şampiyonu olduğunu söylüyordu… Issigonis’in de güvenliğe dair bir kaç özlü sözü var ki, aynı fikirde olduğum için ben de değerli buluyorum; “Ben otomobillerimi gayet iyi fren ve direksiyon ile donatıyorum, eğer insanlar kaza yapıyorlarsa onların hatalarından kaynaklanıyor!” ve “Ben otomobillerimi kaza yapsınlar diye tasarlamıyorum!”… Gerçekten de İngiltere gibi trafik kurallarının son derece katı uygulandığı bir ülkede sürücülerden başka bir unsurun kazaya neden olma ihtimali hayli düşük…
“Retro cool” ikon Mini Cooper yol testim bir buçuk saat içinde kat ettiğim yaklaşık 172. km’de sona eriyor. Neredeyse tüketimsiz (!) dolaştığım otomobille 100 km’de ortalama 4.5 litre yakıt tükettiğimi hesap ediyorum, gülümsüyorum. Öyle ya, Süveyş Kanalı’ndaki siyasi problemin yol açtığı petrol krizinin etkisiyle üretildi bu otomobil! Fazla tüketmek gibi bir şansı yok! Neden bu otomobilin üretimi durdu ki sanki, basit güzeldir dediğim sırada yanımdan Fargo kamyonetin biri adeta “kelle koltukta” geçip gidiyor… Koca koca lastiklerini görüyorum… susuyorum, geri alıyorum! Kendimi bir süre 5 milyon 387 bin 682 adet üretilmiş gerçek bir otomotiv efsanesinden birini kullanmış, tanımış olmanın keyfini bırakıyorum…

4 Comments

  • kişiliği olan bir model. hala sakladığım matchbox oyuncağım ve 90 lı yıllarda yaptığım tamia’nın 1/24 ölçeğindeki maketi…

  • Mini gibisi yok

  • super, benim senem, benim favori arabam ve rengim, sayende kullanmis kadar da oldum!

  • Ellerinize sağlık genç bir otomobil fanatiği olarak sitenizi testlerinizi ve yazılarınızı çok iyi ve faydalı buluyorum başarılar dilerim

Comments are closed.