Ağanın otomobili
Ülkemizde 1970’lerin başlarında uzun mesafelerde yerli otobüslerle düzenli seferler olsa da özellikle doğu illerimizde kısa mesafelerde ulaşım kamyonlarla sağlanırdı. Kamyonun derme çatma tentesi altına büzüşen insanlar pazarlara satmak için götüreceği sebze ve meyveyi, tavuklarını, küçük veya hatta büyükbaş hayvanlarını da kamyonun kasasına atar ve kasada hep birlikte seyahat ederlerdi. Bu ay hikâyemiz böyle bir yolculukla başlıyor ve 1966 model bir Opel ile devam ediyor.
Muhittin ağa Mutki’nin bir köyünde yaşardı. Kendi köyünde olduğu kadar çevre köylerde de tanınır, sevilir ve sayılırdı. Tarım ürünleri ve tütün işiyle uğraşan güvenilir bir tüccardı. Ticarette kullanmak üzere 1964 model bir de Thames Trader kamyon satın almıştı. Altı silindirli ve de 5,4 litre Ford dizel motoruna sahip bu kamyon, zamanının güzel kamyonuydu. Çamurluğunda “6D” yazıyordu. Kamyonunda askerde GMC kamyon kullanarak şoförlüğü öğrenmiş olan teyzesinin oğlu Şükrü şoförlük yapıyordu. Thames yolcu çıktığında aynı zamanda Bitlis’e ve tren günlerinde Tatvan’a sefer yaparak yolcu taşıyordu. Thames’in markasına ne şoförü Şükrü’nün ve ne de Muhittin ağanın dili dönmüyordu. Kamyonun markasını “Tahames” olarak söylüyordu. Hatta Tatvan’daki bir tabelacıya kamyonun arkasına aynen konuştuğu gibi, “Tahames Tırader, yol ver birader” diye de yazdırmıştı. O yıllarda Bitlis ve civarında her nedense Thames kamyonları çok tutulurdu. Mesela Ağrı civarı da Vabisciydi.
Şükrü kamyonun şoför mahallini çok beğenirdi. Göbeğinde Ford amblemi olan dört kollu ama bu kolları da dört adet nikelajlı çelik telden oluşan direksiyon simidine özel ilgi gösterirdi. Boş kaldığı zaman bu telleri pırıl pırıl yapardı. Kamyonun gösterge tablosu o yıllardaki pek çok kamyonda olduğu gibi göğüsün ortasındaydı. Büyük bir kilometre saatinin yanında diğer saatler yer alıyordu. Direksiyonun altında bulunan kalın bir kolun ucunda bir mandal ve bu mandalın da uç kısmında bir düğme vardı. Mandal kısa ve uzun huzmeli farlara kumanda ediyor, üzerindeki düğme de kornayı çaldırıyordu. Şükrü kornaya çok meraklıydı. Bitlis’teki bir elektrikçide gördüğü üç borulu havalı bir kornayı şoför mahallinin hemen üzerindeki kasa bagajına bağlatmıştı.
Muhittin ağa o yıl eşi ölünce kendinden yaşça oldukça küçük bir kadınla yeniden evlenmişti. Yeni eşi de şehirde büyüdüğü için gidilecek yerlere kamyonla değil de otomobille gitmek istiyor ve bunun için de ağanın bir otomobil satın almasını istiyordu. Hatta alacakları otomobili de kendisi bulmuştu bile. Muş’taki dayısı otomobilini satıyordu. Yaklaşık iki ay önce dayısı otomobilin resmini mektupla göndermişti. Ağa eşinin ısrarcı tutumu karşısında bu işe istemeyerek de olsa razı geldi. Ama fotoğraftaki otomobilin markasını bile bilemedi. Şoförü Şükrü’ye sordu. O da aslında bilemedi ama “Pileymut” gibi bir şey söyledi. Neticesinde resimdeki otomobili almaya karar verdiklerini yine mektupla bildirdiler. Bir ay sonra mektuba cevap geldi: “Siz gelinceye kadar kimseye satmıyoruz, selamlar”.
Paralar ayarlandı, hazırlıklar yapıldı. Çok sayfalı nüfus hüviyet cüzdanları sandıktan çıkarıldı, yeni gelinin hazırladığı içi para dolu bohçaya konuldu. Muş’a gitmek için plan yapıldı. Şükrü: “Ağam, Tahames ile sabah erkenden buradan çıkalım. Akşamdan ben köy kahvesinde de söylerim Bitlis ve Tatvan’a gidecek yolcu da sabah namazında hazır olur, hep beraber yola çıkarız. Tren Tatvan’dan sabah 07.30 da hareket ediyor. Ona yetişiriz. Hep beraber Muş’a kadar gideriz. Arkadaşlarımdan bildiğim kadarıyla öğleye de Muş’ta oluyor. Öğleden sonra da arabayı alır, noterde işlemlerini yapıp döner geliriz” deyince Muhittin ağa sordu: “Şükrü aha bu Tahames araba değil mi kardaşım? Neden bununla Muş’a kadar gitmiyoruz?” Şükrü: “Ağam, gitmesine gider de otomobili oradan kim getirecek? Bir şoför ben varım. İki arabayı da nasıl aynı anda sürerim” deyince ağa birden köpürüverdi. “Ulan sen koskoca ağaya otomobili kullanamazsın mı demek istiyorsun? Sen buralarda kısa pantulla gezerken ben otomobil sürüyordum. Yürü hadi git kamyonu hazırla. Yarın sabah yola çıkıyoruz”. Şükrü böyle bir tepki beklemiyordu. Boynunu büküp “peki ağam, sen nasıl dersen” dedi. Aslında ağa da hayatında hiç direksiyona geçmemişti. Ama şoförünün yanında ben bu işi bilmiyorum demek de olmazdı. “ Nasılsa oradan kör topal da olsa bu otomobili köye getiririm, sürenlerin benden ne farkı var?” diye aklından geçirdi. Aslında Şükrü de onun şoförlükten anlamadığını çok iyi biliyordu. Çünkü bir defasında ona kamyonun pedallarını göstererek; “ Ulan oğlum, bu arabanın düdüğü hangisine basınca çalıyor?” diye bile sormuştu.
Ertesi sabah Şükrü yolcuları topladı. Yükleri kasaya düzgünce yerleştirdi. Biraz sonra da ağa karşıdan elinde küçük bir sepetle göründü ve şoför mahalline bindi. Ağa sepeti koltuğun altına dikkatlice yerleştirdi ve kendisi de koltuğa yerleşti. Şükrü makam şoförü edasıyla ağanın binmesini bekledi ve o binince kapıyı kapattı. Böyle davranmayı askerdeki Jeep şoförü arkadaşlarından öğrenmişti. Bu bindirme töreni ağanın da çok hoşuna giderdi. Ağa henüz sabah serinliği olmasına rağmen camı açtı ve dirseği camdan dışarı çıkacak şekilde kolunu kapıya yasladı ve yola koyuldular.
İlk durak Mutki’ydi. Burada inecek birkaç yolcu vardı. Yolcuları yol üzerinde indirdiler ve Bitlis’e doğru devam ettiler. Şükrü Bitlis yolunu çok severdi. İki tarafı yükseltilerle çevrili ve azıcık virajlı bu boğaz yolunda Thames’in sesini dinleyerek kamyon kullanmak çok hoşuna giderdi. Tatvan’a geldiklerinde pırıl pırıl bir güneş açmıştı. Van gölü de gerçekten bir deniz gibi ışıldıyordu. Şükrü istasyonda yolcularını indirirken yine de şansını denedi ve : “Ağam, kararında ısrarcı mısın, bak tren daha hareket etmemiş, binip gidelim. Ben kamyonu garın yanına park ederim. Arabayı alınca ben seni köye kadar getiririm. Sen de onca yolda araba kullanıp yorulmamış olursun” dedi. Ağa: “Kuş kadar beyninle bana akıl mı veriyorsun soytarı. İşine bak, yolcunu, yükünü indir Muş’a devam et. Aklını da kendine sakla” diyerek kestirip attı. Çare yoktu, bu yolculuk yapılacaktı ama nasıl?
Tatvan’ın içinde Thames’e motorin alıp yola devam ettiler. Rahva’yı geçip Güroymak düzlüğüne doğru ilerlediler. Thames yolda kükreyerek gidiyordu. Şükrü de bu düz yolda Thames ile sürat yapmanın keyfini çıkarıyordu. Vakit öğle olmadan Muş’a geldiler. Otomobili satan dayı bey kalenin alt tarafında bir lokanta işletiyordu. Kamyonu uygun bir yere bıraktıktan sonra gidip dayıyı buldular. Orada güzel bir yemek yedikten sonra otomobilin yanına gittiler. Otomobil Şükrü’nün dediği gibi “Pileymut” falan değil, çok hoş koyu mavi renkte 1966 model bir Opel Rekord’du. Hem de oldukça da temiz bir otomobildi. Aslında ne Şükrü ve ne de Muhittin ağa otomobilden anlamazlardı. Ama yine de anlamadıklarını belli etmemek için otomobilin sağını solunu incelediler. Kaputu açtırıp motora baktılar, bagajı incelediler. En sonunda da direksiyona Muhittin ağa, yanına da dayı bey oturup pazarlığı bitirdiler.
Muhittin ağa otomobilin en çok radyosunu beğenmişti. Üç dalgalı radyonun kısa dalga bandında Polis, Meteoroloji ve Mamak radyoları azıcık parazitli de olsa çıkıyor arabesk müzikten örnekler çalıyordu.
Para küçük sepetin içindeki bohçadan alınıp dayı beye verilince o da otomobilin anahtarlarını ağaya uzattı ve “hayırlı olsun ağam, Allah kaza bela vermesin” dedi.
Şükrü şoför olmasına rağmen aslında bu otomobile bir anlam verememişti. Çünkü vites kolu yoktu. Kendi kamyonunda, askerdeki araçlarda ve de köydeki traktörlerde hep bir vites kolu vardı. Ama bunda öyle bir şey yoktu. Utana sıkıla “ ağam, dayı bey bizi bu otomobille azıcık gezdirse de nasıl kullanıldığını sen bir görsen. Malum, arabanın yabancısısın” dedi. Dayı bunu hemen kabul etti. Direksiyona geçti ve direksiyonun yanından çıkan vites kolunu göstererek “ Çok doğru söyledin. Size kullanışını tarif edeyim. İşte bu otomobilin vitesi bu. Bak şimdi aşağı yukarı rahatça oynuyor, çünkü vites boşta. Hafifçe kendine çekip yukarı ittirince birinci vites. Yine hafifçe kendine çekip aşağıya indirince ikinci vites. Vites boştayken yukarı ittirince üç ve hiç pozisyonu bozmadan aşağı indirince dört. Geri vitese de aynı birinci vites gibi takılıyor ama azıcık daha kuvvetli çekip oradaki yay gücünü yenmek lazım” dedi ve otomobili çalıştırıp onları tren istasyonuna kadar götürdü. İstasyonun düzlüğünde ağaya : “Ağam gel bir de sen kullan. Ben varken alışırsın” dediyse de ağa buna cesaret edemedi. “Ben nasılsa uzun zaman kullanacağım, Şükrü geç de bir bak bakalım evladım” dedi. Şükrü direksiyona geçti. İlk başta vitesleri karıştırsa da dayı bey ona kolayca öğretti. Direksiyondan vites ve hele ki otomobil kullanmak Şükrü’nün çok hoşuna gitmişti. Notere otomobille gittiler. İşlemleri çabucak halledip dayı bey ile vedalaştılar. Ağa : “Şükrü şu yokuşu sen indir, şehrin dışına çık. Ben aşağıya Tatvan yoluna çıkınca kullanacağım ” dedi. Şükrü çaresiz kabul etti. Hükümetin önündeki yokuştan aşağıdaki kavşağa kadar gittiler. Şükrü otomobili kavşaktaki benzin istasyonuna park etti ve “ağam ben şimdi gidip yukarıdan kamyonu da alıp geleyim, buradan beraberce devam ederiz” dedi. Gerçekten o telâşe ile kamyonu unutmuşlardı. Şükrü uzun yokuşu tırmandı ama kan ter içerisinde kalmıştı. Aradan yarım saat geçtikten sonra kamyonla benzinliğe geldi. Ağa sabırsızlıkla onu bekliyordu. O yokken otomobilin sağını solunu kurcalamış ve nasıl kullanılacağına bir türlü akıl erdirememişti. Sadece radyosunu açıp dinleyebilmişti.
Şükrü : “Ağam ben senin otomobil kullandığını biliyorum ama istersen yine de sana tarif edeyim” diyerek lafa girdi. Ağa da “hakikaten lan Şükrü. Sen yokken azıcık kurcaladım ama bütün bildiklerimi (sanki ne biliyorsa) unutmuşum” dedi. Oracıkta kurs başladı. Şükrü debriyajı, freni, gaz pedalını ve de vitesleri tarif etti. Benzinliğin içerisinde birkaç dur kalktan sonra Opel’e benzin alıp yola çıkmaya karar verdiler. Şükrü “ ağam acelemiz yok, yavaş yavaş gideriz” dedi. Ağa zor bela otomobili kaldırıp asfalta çıktı. Şükrü de koşturup kamyonu çalıştırdı. Peşinden yürümeye başladı. Ağa yine de o kadarcık zamanda işi kavramıştı ama sadece birinci vitesi. Çünkü ikinci vitese takacak ne bilgisi, ne cesareti ve de ne de kabiliyeti vardı. Yaklaşık on onbeş dakika kadar saatte 10-15 kilometre hızla devam ettiler. Karşıdan Hasköy göründüğünde Şükrü otomobilin kaputunun yanlarından çıkan buharları gördü. Çok korktu, çünkü Opel o kadar süre birinci vitesle gidince hararet yapmıştı. Kamyonla hızlanıp Opel’i solladı ve az ileride bankete park etti. İnip ağaya doğru koşmaya başladı. Bir taraftan da “frene bas, frene bas” diye bağırıyordu. Ağa da aslında çıkan buharları görmüş fakat bir anlam verememişti. İşin kötüsü “frene bas” lafına da bir anlam veremiyordu. Şükrü “ortadaki pedala sıkıca baaas!” diye bağırınca ağa eğilip pedallardan ortadakine baktı ve görünce pedala bastı. Bu arada direksiyonu da elinden bıraktığı için otomobil balıksırtı eğimli yolda sağa doğru akmaya başladı. Ve de ağa pedala basmasına rağmen otomobil yavaşlamadı ve Thames’e sol arkasından vuruverdi. Sağ ön far büyük bir şangırtıyla asfalta saçıldı, çamurluk da bir miktar göçtü. Ama otomobil de durdu. Ağa azıcık huysuz bir adamdı. Hiç kabahatini kabullenmezdi. “Niye önüme atlıyorsun salak herif, bak senin yüzünden arabayı vurdum, ne güzel gidiyordum” diye kükredi. Şükrü hiçbir şey diyemedi. Yine kabahat onun üzerine kalmıştı. “Ağam o zaman şimdi ne yapalım, sen söyle “ dedi. Aslında Muhittin ağa da şaşırmıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Tam bu esnada yoldan geçen bir traktör yanlarında durdu. Traktörün yaşlı sürücüsü “selamünaleyküm ağalar” dedi, sanki onun ağa olduğunu bilir gibi. “Geçmiş olsun, canınızda bir şey var mı?” Ağa “bu da nereden çıktı şimdi” der gibisinden yaşlı adama baktı. “Yok bir şey, sen işine bak” dedi azıcık kızarak. Traktörcü : “Senin mi bu? Otomobil hararet yapmış. İstersen Hasköy’e kadar seni çekeyim. Orada bir tamirci de var. Ne arızası varsa yapar” deyince ağa da cevap verdi: “ Traktöre gerek yok, kamyon da bizim zaten”. Traktörcü : “Ey akıllılar, madem ikisi de sizin ve de aynı yola gidiyorsunuz, neden otomobili kamyona atıp gitmezsiniz ki” diyerek güldü. Ağa iyice sinirlendi ama beyninde de bir şimşek çaktı, adam haklıydı, kapris yapmanın gereği yoktu. “Peki, otomobili kamyona nerede yükleyebiliriz, Hasköy’de öyle bir rampa var mı?” diye sordu. İhtiyar da: Girişte hayvanları kamyona yüklediğimiz bir yer var. Otomobili de oradan yükleyebilirsiniz” dedi ve çekip gitti.
İkisi de biri birlerine bakakaldılar. İhtiyar doğru söylüyordu. Hasköy az ileride görünüyordu zaten. En iyi çözümün otomobili kamyona bağlayıp oraya kadar çekmek ve o rampadan otomobili kamyona yüklemek olduğuna karar verdiler. Şükrü kamyondan bir halat getirip Opel’in ön tamponuna bağladı. Diğer ucu da kamyonun arkasına sıkıca düğümledi. Ağa Opel’in direksiyonuna oturdu. Şükrü: “Ağam eğer otomobil kamyona çok yaklaşacak olursa demin bastığın ortadaki fren pedalına bas, olur mu?” deyince ağa da anladım gibilerinden başını salladı. Ve de ayağını sıkıca frene bastırdı. Şükrü kamyonu çalıştırıp yavaşça hareket etmek istedi. Ama kamyon azıcık gidip kaldı. Aynadan baktı Opel de duruyordu. Birazcık daha gaz vererek kalktı. Arkadan bir çatırtı gelmesiyle Opel’in ön tamponunun yarısı kopuverdi. Hemen inip ağanın yanına geldi. Ağa halen de var gücüyle frene basmaya devam ediyordu. “Ağam ne yaptın, ben sana frene devamlı bas demedim ki, kamyona yaklaşırsa bas dedim. Ben şimdi tamponun kopan parçasını kasaya atıyorum. Diğer taraftan bağlayacağım. Ben kamyona binince sen ayağını o pedaldan çek. Bana çok yaklaşırsan basacaksın, tamam mı?” deyince ağa anladım anlamında başını salladı. Tekrar hareket ettiler. Bu defa işler yolundaydı. Hasköy girişinde Şükrü iyice yavaşladı, sağa sinyalini verdi. Ağa da fren pedalına baktı, üzerine ayağını koydu. Her an basmaya hazır olarak sağa doğru direksiyonunu çevirdi ama virajı alamadı. Kamyonun soluna doğru bir hamle yapar gibi oldu. Bu esnada kamyon döndüğü için halatı tekrar zorladı, tamponun öbür parçası da kopup asfalta düştü. Ağa direksiyonu korkuyla iyice sağa çevirdi ama çevirirken freni unuttu ve de bu defa otomobilin sol tarafıyla yine kamyonun sol arka tarafına vurdu ve kamyonun stop lambasıyla birlikte Opel’in sağlam farını da panjurunu da paramparça etti. Otomobilin o tertemiz ön tarafından eser bile kalmamıştı. İkisi de öfkeliydi ama nasıl olduysa ikisi de ses çıkarmadılar. O esnada yolda yanlarına gelen traktörcü yeniden yanlarında belirdi: “Ben sizi anladım. İkiniz de araba işinden hiç anlamıyorsunuz. Sen halatı bana ver, ucunu ön takıma bağlayayım. Amca sen de in oradan git kamyona otur, hem de azıcık sakinleş. Bak kireç gibi olmuşsun.”dedi. Şükrü’ye dönerek “ Demin bunu bizim tamirciye gösterelim demiştim ama artık bizimkinin yapabileceği seviyeyi geçmiş. Alın götürün. Şoför, sen de yavaş git. İleride kantar var, oradan sağa sap. Rampa karşına gelecek” diye uyardı. Rampaya geldiklerinde ihtiyar alttan halatı çözdü. “Sen şimdi kamyonun arkasını bu yükseltiye ver, biz de otomobili oraya getireceğiz” dedi ve kantarda çalışanlara seslendi. Üç dört kişi koşarak geldiler. İttirerek Opel’i rampanın üstüne kolayca çıkardılar. Yine ittirerek yanaşan kamyonun kasasına otomobili soktular. Şükrü otomobilin el frenini çekti, bilebildiği kadarıyla birinci vitese taktı. Yerde bulduğu büyük taşları takoz niyetine tekerleklerin ön ve arkalarına koydu ve tekrar yola çıktılar.
Köye geldiklerinde hava kararmak üzereydi. Ama köyde Hasköy’deki gibi bu otomobili indirebilecekleri bir rampa yoktu. Şükrü’nün aklına geçen yıl hasat zamanı kamyona yüklediği traktör geldi. İki kalın ve uzun kalas ile traktörü kamyona yükleyebilmişlerdi. Bu kalaslar da ağanın evinin arkasında duruyordu. Kamyonu ağanın evinin yanına, flüoresan lambanın altına çektiler. Köy ahalisi işi gücü bırakıp ağanın yeni otomobilini görmeye gelmişti. Şükrü kasanın arkasını açıp kalasları getirmeye gitti. Köy halkı karanlıkta bile olsa pırıl pırıl duran koyu mavi Opel’e bayıldı. Ağanın yeni hanımı da otomobillerine hayran hayran bakıyordu. Ama kimse ön tarafı görmediği için otomobili tertemiz sanıyorlardı.
Kalaslar geldi. Uç kısımları kasanın açılan kapağının üzerine kondu. Yere gelen kısımları da kazmayla azıcık toprak eşelenerek kaymayacak şekilde oturtuldu. Otomobilin direksiyonuna Şükrü oturdu. Köyün güçlü kuvvetli gençlerinden üç kişi de otomobili ittirmek için kasaya çıktılar. Aslında Şükrü’nün hesap etmediği bir şey vardı. Bu kalaslarla kamyona traktör çıkmıştı ama traktörün altı otomobile göre çok yüksekti. Nitekim gençler otomobili ittirip de arka tekerlekler kalasa temas edince otomobilin altı kamyonun arkasına oturuverdi ve otomobil hareketsiz kaldı. Artık çare yoktu, bu otomobil bu kamyondan inecekti. Kasaya birkaç kişi daha çıktı ve var güçleriyle otomobili ittirmeye başladılar. Kasadan ve otomobilin altından gacırtılar geliyorken otomobil ön tekerlekleri üzerine de oturmayı başardı ve dört tekerleğiyle kalasların üzerine çıktı. Ağa da hanımı da çok heyecanlanmıştı. Şükrü otomobili yavaşça indirebilmek için frene var gücüyle basıyordu. Ancak sol taraftaki kalas çatırdamaya başlamıştı, belli ki bu yükü taşıyamayacaktı. Bir saniyenin belki de onda biri kadar bir sürede, önce soldaki kalas ortadan kırıldı. Ardından diğer kalas kasadan kurtuldu ve Opel sol tarafına doğru devrilerek kamyondan indi. Ön camı, soldaki camları ve arka camı tuz-buz olmuştu. Şükrü de diğer kapıdan dışarı çıkmaya çalışıyordu. Otomobilin o güzelliğinden hiçbir eser kalmamıştı.
Köyün gençleri canla başla çalışıp Opel’i tekrar düzelttiler ve ağanın evinin yanındaki sundurmanın altına çektiler. Ağa da, hanımı da ve hatta köylüler de bu işe çok üzüldüler.
Aradan günler geçti. Ağa sonradan Şükrü’nün sözünü dinlemediğine ve boşu boşuna gurur yaptığına bin pişman oldu ama her şey olup bitmişti. . Bazı günler hanımıyla otomobilin içerisine oturup radyosunu dinlediler. . Zaten alırken de en çok radyosu hoşuna gitmişti. Ona yolda yaşadığı maceraları defalarca anlattı. Ama hiçbir zaman ağalık gururunu kırıp gerçekleri anlatmadı. Hep Şükrü’ye kabahat buldu Hatta Şükrü tembihlediği halde marşına basıp motoru da çalıştırdı. Motor çalışıyordu ama bir garipti nedense. Birkaç defadan sonra da zaten çalışmaz oldu. Muhtemelen yatak sarmıştı.
Olayın sıcaklığı geçince kışa doğru Muhittin ağa Bitlis’ten otomobil için bir tamirci getirtti. Tamirci otomobili inceledi baktı ve ağaya motor ve kaporta onarımı için otomobilin parası kadar hesap çıkardı. Ağa da o kadar paraya kıyamadı.
Aküsü bitene kadar yeni hanımıyla otomobilde kısa dalga üzerinden yayın yapan Polis ve Meteoroloji radyolarını dinleyip keyif yaptılar. Akü bitince Şükrü birkaç kez aküyü şarj ettirdi ama akü de ölüp gitti. Ağa da zaten otomobilden sıkılıp onu kaderine terk etti. İlerleyen zamanda önce köyün küçük erkek çocukları otomobille şoförcülük oynadılar, sağını solunu kurcaladılar. Opel’in sonraki sahipleri köyün başıboş köpekleri oldu. Köyün köpekleri otomobilin yumuşak koltuklarını keşfedip her tarafını pireleriyle doldurdular. İlerleyen zamanda da tavuklar bu otomobili mekanları yaptılar.
Opel’in bu modeli güçlü bir otomobildir. Çürümüş de olsa, belki de iskelet halinde de olsa yine de duruyordur, bilemiyorum.
M.Ali Sade