Bir tamirhane hikayesi
Tekerlekli araçların her türlü bakım ve onarımlarının yapıldığı sanayi siteleri artık eski önemini kaybetti. Eski ustalar da yeni teknolojilere ayak uydurmakta ve hatta bedenen çalışmakta zorlandılar ve yavaş yavaş emekli olup dükkânlarını kapattılar. Yeni nesil araçlar artık büyük ölçüde elektronik destekli olduklarından çoğunlukla resmi servislerini tercih ediyorlar. Öyle de olmak zorunda. Bu ay size evvelce tanıdığım insanların yaşantıları üzerinden eskinin tamirhanelerini ve çalışma usullerini anlatacağım. Sadece hikâyedeki isimler gerçek değildir.
Yusuf usta 1970’li yıllarda Ankara’da sanayi sitesinde tanınmış bir tamirciydi. Aslında eski bir dolmuş şoförüyken merak ederek, kurcalayarak, bozarak bu işleri çözmüş ve getirisinin daha çok olacağını düşünerek tamircilikte karar kılmıştı. O yıllarda bir tamirhane açabilmek için ustalık belgesi veya dükkân ruhsatı çok da gerekli şeyler değildi. Çünkü zaten sanayi siteleri tamamen derme çatmaydı.
Yanında da iki kalfası ve iki de çırağı vardı. Genellikle Amerikan otomobilleri ile ilgilenmekle birlikte belli bir markaya yönelik çalışmazdı. O gün şansına ne denk gelirse dükkâna çeker ve tamir ederdi. Ama yine de dükkânın camlarına beyaz yağlıboya ile “Pileymut, Doç, Şavrole, Fort, Pengaut” gibi markaları dilinin döndüğünce yazarak pek çok markadan müşteri çekme gayretindeydi.
Dükkânı içine iki otomobil yan yana sığabileceği büyüklükteydi. Çoğunlukla içerisi dolu olduğu gibi dışarıda da sırasını bekleyen üç dört otomobili olurdu. Yusuf usta dışarıdaki müşteriyi kaçırmamak için mutlaka onların da bir taraflarını söker, içerideki işleri kalfalara yükleyip kendisi de çıraklarla dışarıda tamirata devam ederdi. Yaptığı bütün işleri de geri dönüşümlü yapardı.”Sen şimdi git, iki gün sonra gel de tekrar kontrol edelim” en bilindik sözüydü. Şayet bu araç iki gün sonra gelirse mutlaka ilave masraflar çıkarırdı.
Dolmuşçuluktan geldiği için dolmuş çevresinden de çok arkadaşı vardı. Bunların pek çoğu da veresiyeciydi. Yapılan işlere çoğunlukla para vermezler, Yusuf ustanın çekmecede duran defterine yazdırırlardı. Tabii ödeme zamanlarında da mutlaka hesaba itiraz eder ve kavga çıkarırlardı. Yusuf usta da aslında biraz geçimsizdi ve tabii ki vadeli işlere azıcık vade farkı da koyardı. Ama bazen bu vade farkları insafsızca da olabiliyordu.
O yaz Yusuf ustanın iki kalfası birden askere gitti. Askere gitmeleri demek yirmi aylık askerlik süresince dükkânda olmamaları demekti. Aksilik bu ya, iki çırak da kalfaların gitmesi sonucu işler yoğunlaşıverince hiç bir şey demeden kaçıp gittiler. Yusuf usta dükkânda tek kaldı. İşlere tek başına yetişemiyordu. Kalfa arandı ama ne yaptıysa bulamadı. İşsiz kalfalar bile onun geçimsizliğini bildikleri için gelmediler. Dükkânın camına saman kâğıda ispirtolu kalemle “kalfa aranıyor” diye yazdı. Soran bile olmadı.
Yaklaşık bir ay kadar tek başına çalıştı. Çok ağır işlerde yan komşusu kaportacının çırağını çağırıyor ve rica minnet iş yaptırıyordu. Yusuf usta tek başına çalışmaktan ziyade kaçırdığı müşterilerden dertliydi. Mutlaka eleman bulmalıydı. İşe yetişemiyordu.
Bir gün on iki ya da on üç yaşlarında bir çocuk dükkâna geldi. “Usta kapıdaki kâğıdı gördüm de geldim. Ben kalfa değilim ama işten anlarım. Daha önceden Yeni Sanayi’deki Haydar ustanın yanında çalıştım. Ama hiç para vermediği için çıktım. Oradan çıkan iki arkadaşım daha var. Aslında biz üçümüz bir ekibiz. Sana kalfa aratmayız. Yeter ki bize hakkımızı ver” deyince çocuğun bu akıllı konuşması ustanın hoşuna gitti. Kaldı ki o gün 1952 model bir Chevrolet’in şanzımanını indirip bindirmek için tek başına uğraştığından yorgunluktan perişan olmuştu. Bu cin gibi bakan çocuğun teklifini kabul etmekten başka çaresi yoktu. “Adın ne senin?” diye sordu. “Nadir” dedi ufaklık. Ona işle ilgili birkaç ince soru sordu. Çocuk hepsine de çok akıllı cevaplar verdi. Sonra da takımlar üzerinden ayaküstü küçük bir sınav yaptı. Bazı sorularına giden kalfadan daha iyi cevaplar alınca sevindi: “Tamam, size haftalık da veririm. Yeter ki düzgün çalışın” dedi.
Üç ufaklık ertesi sabah dükkâna geldiler. Diğerlerinin adları da Saffet ve Adem’di. Üçü de iyi kötü eli anahtar tutan ve takımları bilen çocuklardı. Hele Nadir adı gibi nadir bulunacak bir çıraktı ve oldukça bilgiliydi. “Usta distribütörü takmadan milini de azıcık gresle yağlaman gerekmez mi?” gibi işin inceliklerine dair ukalalıklarda bile bulunuyordu. Yusuf usta böyle şeylere aşırı sinirlenmesine rağmen nedense bu çıraklara bir şey diyemiyordu. Çünkü çoğunlukla da haklıydılar.
Bu üç çırak neredeyse iki kalfanın işini yapıyorlar ve her işe elleri yakışıyordu. Sadece çok güç gereken konularda Yusuf usta müdahale ediyor, diğer pek çok işi bu ufaklıklar kendi aralarında hallediyorlardı.
Bir müşteriye parça veya malzeme lazım olduğunda almaya mutlaka Nadir gidiyordu. Ustasının daha önceden anlaştığı acenteden aldığı parçaların fiyatları üzerine çok belli olmayacak şekilde azıcık da kendisi kâr payı koyuyor ve paranın üzerini öyle veriyordu. Müşterilerin bazıları bahşiş de veriyordu. Nadir en bilindik malzemeyi dahi alıp gelmiş olsa müşteriye “sizin için iyisini alıp geldim ağabey, pazarlık da yaptım” diyerek göz boyuyordu. Usta aslında bu dümenin farkındaydı ama ses çıkartmıyordu. Zaten garipler de akşam olup iş bittiğinde ustayı evine uğurladıktan sonra dükkânı toparlamak bahanesiyle dükkânda kalıyorlar, buradan elde ettikleri para ile akşamları yandaki bakkaldan gazoz ve gobitçiden gobit alıp yiyorlardı sadece.
Bu üç kafadar dükkâna ve tamirat işlerine kısa zamanda iyice uyum sağlamışlardı. Artık elleri iyice işe yakışıyor, pek çok sökme takma işlemlerini müdahalesiz yapabiliyorlardı. Müşteriler de üçünden de memnundu. Dükkân yeniden eski temposunu yakalamış ve hatta daha faal olmuştu. Kimi zaman usta yokken gelen müşterilerin araçlarını bile kısa yoldan tamir edip yolluyorlardı.
Dükkândan takım eksildiği çok oluyordu. O yıllarda dükkân demek takım demekti. Anahtar takımları hem çok pahalı ve hem de temini çok güç malzemelerdi. Bazen onarılan araçların üzerinde unutulan, bazen civardaki tamircilerin daha uyanık çıraklarının ve hatta müşterilerin yürüttüğü anahtarlar küçük operasyonlarla çevredeki atölyelerden hem de fazlasıyla tamamlanıyordu.
Bu arada çıraklar dükkâna geleli bir yıla yakın olmuştu. Yusuf usta durumdan memnundu. İşleri iyi, kazancı boldu. Hatta çıraklara ufak tefek kâr payları bile veriyordu. Çırakların üçünün de yeni merakı otomobil kullanmak olmuştu. Çoğunlukla akşamüzeri tamire gelen beğendikleri otomobilleri ustayı da kandırarak onarımı uzun sürecek bahanesiyle dükkânda alıkoyuyor, usta gittikten sonra sanayi sitesinin karşı tarafındaki boş arsada bu otomobille küçük şoförlük antrenmanları yapıyorlardı. Bu çalışmalar üçüne de iyi gelmişti. Artık dükkân içerisinden çıkacak otomobilleri dışarı çıkarabiliyor, dükkân önündeki otomobilleri yan taraftaki arsaya park edebiliyorlardı.
Nadir bu üçü içerisinde gerçekten nadir bulunabilecek bir çocuktu. Tamirat işlerine aklı erdiği gibi şeytanlığa da çok yatkındı. O gün akşamüzeri frenleri arızalı 1964 model bir Opel Rekord geldi. Nadir otomobili gözüne kestirmişti. Bu akşam direksiyon dersini bununla almaları uygun olurdu. Arka balatalarını söküp yeni balata çakılmak üzere balatacıya götürdü. Balatacı “yarım saat sonra gel, al” dedi. Opel’in sahibi dükkânın kapısının önünde oturuyordu. Ona da balatacının elinde adi balata bulunduğunu, ama yarın sabaha iyi balata geleceğini dolayısıyla sabaha gelip otomobilini almasını söyledi. Opel’ci bu işe biraz bozulsa bile Nadir yolunu yaptı: “Ağabey ben sana o kötü balataları takar mıyım? Azıcık bekle mis gibisinden olsun. Hem arabanı da merak etme, senin araba dükkânın içinde zaten. Akşam kepenkleri de indirince senin evin önünden daha garantili durur. Sabaha da yeni balataları beş dakikada takarım”. Yapılacak bir şey yoktu. Adamcağız kaderine razı olup evine doğru yollandı. Yusuf usta bu dümeni epeydir biliyordu. “Yine yaptın ulan numaranı” dedi ve kıs kıs güldü. Nadir de balatacıya Opel’in balatalarını almaya gitti.
Diğer iki çırak ve Yusuf usta debriyaj balatası değişen 1956 Pontiac’ın altına toplandılar. Yusuf usta şanzımanı şanzıman krikosunun üzerine almıştı. Balatayı eski bir prizdirek mili ile merkezledi. Ve baskının tespit cıvatalarından birisini takarak sıkmaya başladı. Saffet ve Adem de baskıyı sımsıkı tutarak oynamamasını sağlıyordu. Bu arada Nadir Opel’in arka fren balatalarını alıp gelmiş ve takmıştı bile. Ustasından öğrendiği gibi balataların ayarlarını da yapıp kampanayı taktı ve Opel’in lastiklerini de takıp krikodan indirdi.
Debriyaj işi bu defa biraz ağır gidiyordu. Baskının son cıvatasını sıktıktan sonra Yusuf usta cebinden çıkarttığı üstüpüye terini sildi. Nedense çok terlemiş ve yüzü kıpkırmızı olmuştu. Şanzımanı monte etmeden otomobilin altından çıktı ve sırtını kapıya yaslayıp çömeldi :“Adem, bana bir bardak su getir, içim yanıyor dedi. Suyun yarısını içti. Yarısını da avucuna döküp yüzüne serpti. Durumu iyi görünmüyordu, gözleri kapanmıştı. “Nadir yandan Kenan ustaya haber ver, ben iyi değilim, kalbim sıkışıyor, beni bir hastaneye götürsün” diyebildi. Bulunduğu yerde kayarak yan yattı, kendinden geçmişti.
Nadir koşarak yan dükkâna gitti ama usta çoktan gitmişti, dükkân kapalıydı. Diğer yandaki kaportacı gece geç vakte kadar çalışırdı, ona baktı. Orada da küçük bir çırak zımpara yapıyordu, usta yoktu. Evet, iş başa düşmüştü. Bu akşamki direksiyon dersi sanayi sitesi ile Numune Hastanesi arasında yapılacaktı. Koşarak dükkâna geri döndü. 14 yaşındaki bir çocuktan beklenmeyecek bir edayla: “Adem, Saffet, ustayı tutun Opel’in arka koltuğuna yatıralım. Adem sen burada kal, dükkânı temizle, takımları topla. Şayet biz gecikecek olursak dükkânı kapat, kepengi indir ve evine git. Saffet sen benimle gel, hastanede bana yardım edersin” dedi.
Ustanın kırmızı rengi sanki mora dönmüş, nefesi daha yavaşlamış, teri çok artmıştı. Üçü bir gayretle ustayı arka koltuğa yatırdılar. Başının altına bir yastık aradılar ama yoktu. Saffet arka koltuğa oturdu ve ustanın başını dizlerine yasladı. Nadir bir besmele çekip Opel’i çalıştırdı. Vitese takıp debriyajı bıraktı ama otomobil stop etti. Adem içeriden seslendi: “Nadir bu Amerikanlar gibi üç vites değil, dört vites. İki ile kaldırmaya çalışıyorsun.” Nadir heyecanından dolayı yaptığı bu şaşkınlığına güldü. Bire takıp devam etti. Otomobilin farlarını da gündüz olmasına rağmen yakarak oradan hastaneye doğru yollandı. Şansına çok fazla trafik de yoktu. Numune Hastanesinin acil servisine kadar başarıyla gelmişti ama heyecandan da dizleri titriyordu. Otomobili ortalık bir yere bırakıp koşarak hastaneden içeri girdi. Birkaç dakika içerisinde usta sedyeye alınıp ilk müdahale yapılmıştı. Kalp krizi geçiriyordu.
Yusuf usta bu badireyi kolay atlattı. Yaklaşık on beş gün kadar hastanede kaldı. Bu zaman zarfında dükkânı bizim üç silahşorlar aynen usta varmış gibi yürüttüler. Akıllarının ermediği işleri yandaki ustaya danıştılar, yapamayacakları işlere de bulaşmadılar. Akşam dükkân kapanınca hem ustayı ziyaret etmek ve hem de günlük hâsılatı teslim etmek için üçü birden her gün hastaneyi ziyaret ettiler.
Yusuf usta birkaç yıl daha çıraklarıyla tamircilik yaptı, daha sonra dükkânın yanına bir yağlama kanalı kazıp işi daha kolay yapabileceği yağcılığa çevirdi. O yıllarda “açık yağ” diye bir şey vardı. 55 galonluk varillerle alınan motor yağları litre ile satılırdı. Özellikle ticari otomobiller ucuz oluşu dolayısıyla bu yağdan kullanırlardı. Dükkânda açık yağ, yağ ve hava filtreleri, muhtelif V kayışları, üstüpü, cıvata ve ufak tefek yedek parçalar bulunduruyordu. Saffet yine ustanın yanındaydı. Yağ değişimlerini ve basit onarımları yapıyordu.
Adem dükkânın yanındaki arsada parkta duran damperli BMC kamyona muavin olmuştu. Sabahtan İstanbul Yolu kenarındaki derelere kum ve çakıl çekmeye gidiyorlar ve akşama kadar inşaatlara malzeme götürüyorlardı.
Nadir tamircilikten vazgeçmemiş başka bir tamirhanede hem de iyi bir haftalıkla çalışmaya başlamıştı. Burada da kısa zamanda sevilmiş ve aranan bir eleman olmuştu.
Bu tamirhane macerasının üzerinden tam kırk yıl geçti. Yusuf usta rahmetli olalı epey oluyor. O zaman tekleyen kalbi ona fazla dayanmadı. Nadir, askerden gelince hemen Yusuf ustanın yakınında bir tamirhane açtı ama daha sonra dükkânı devrederek Almanya’ya gitti. Saffet, ustayla ilerleyen zamanda anlaşamadı, askerlik dönüşü bir takside şoförlük yapmaya başladı. Adem kamyon muavinliği ile başladığı yol macerasına Gazanfer Bilge otobüs firmasında muavinlikle devam etti. Şimdi ne yapıyorlar haberim yok.