Reklam

Bu ne sevgidir böyle…

 Bu ne sevgidir böyle…

1982 yılıydı. İstanbul’da muhasebeci olarak çalışan ilkokuldan bir arkadaşımla buluşup eski günleri anlatırken ona satılık bir Amerikan otomobili aradığımdan söz ettim.O da dayısının Okmeydanı’ndaki dükkanında 1955 model bir Chevrolet’i gözlerine katarakt inmesi ve iyice yaşlanması sebebiyle kullanmadan yıllardır sakladığını, satmak istediğini, fakat çok uzun yıllar binmesi dolayısıyla satmaya da pek kıyamadığını anlattı.

Kendisinin pek otomobillerle ilgisi olmaması dolayısıyla sorduğum sorulara cevap veremediğinden ertesi gün yeniden buluşup dayısının odun kömür işi yaptığı “mahrukatçı” dükkanına gitmeye karar verdik.

Dükkana gittiğimizde dayısı Nuri amca kapının önüne attığı sandalyede oturuyordu. 65-70 yaşlarında ufak tefek,gözleri tam görmeyen ve kulağı da pek duymayan ama çok sevecen ve iyi bir insandı.

Bizi çok hoş karşıladı. Hemen yanına iki sandalye ile bir sehpa getirterek çay söyledi.Sohbete başladık.

Biraz çay-sigara faslından sonra konuyu açtım. Otomobilini sordum. O da başladı anlatmaya.

1959 yılında Sirkeci’de bir esnaftan aldığını, yıllarca gözü gibi baktığını,hiç vurmadığını, birkaç defa Dolapdere’deki ustasına aslına uygun olarak toplattığını, Chevrolet ile yaptığı yolculukları uzun uzun anlattı. Chevrolet’den bahsedince evladından bahseder gibi konuşuyor, zaman zaman gözleri doluyordu. Evlatlarının arabaya ilgi göstermeyişine de ayrıca kızıyordu.

Neticede dükkanın arkasındaki garaja gittik. Dükkanın yapısından daha güzel olan bu garajın kapısını açtığımızda ben gözlerime inanamadım.

Alt kısmı turkuaz lacivert, üstü beyaz, direkli, kırmızı göğüs ve kırmızı direksiyon simitli ve yine kırmızı döşemeli bir ’55 Bel-Air fabrikadan bu gün çıkmışcasına, bütün ihtişamı ile orada duruyordu.

Dayısı geleceğimizden habersiz olmasına rağmen arabanın üzerinde tek bir toz zerresi dahi yoktu.Araba tahta takozlarla yerden kaldırılmak suretiyle lastiklerin yerle teması kesilmişti.Kasa pırıl pırıldı.Darbe izinden ,çürükten eser yoktu.Bütün nikelajlar ayna gibi parlıyordu.

Kaput hafifçe ılıktı. Sebebini sorduğumda Nuri dayı kapı girişindeki çelik çanta bidonları göstererek “O benzinciye gitmez, benzin ona gelir, her gün biraz çalışır ve burada tertemiz durur” dedi.

Arabada orijinal olmayan hiçbir şey ve ilk üretiminden sonra ilave olarak takılan tek bir aksesuar dahi yoktu. Pedal lastikleri bile bu gün takılmış gibi yepyeniydi.

Kapısını açıp içine baktığımızda Chevrolet’nin o kendine has kokusunu da koklayabilme şansını yakaladık.

Ben şahsen içeri girip de yerdeki pırıl pırıl paspaslara ayak izimi çıkartabilme cesaretini kendimde bulamadığımdan kapıyı hafifçe ittirerek kapattım.

Kapının kapanmasıyla da garajı kilitleyerek dışarı çıktık.

Nuri dayıya dükkana geri döndüğümüzde “otomobili satıyor musun” diye sormadım bile. Belli ki onun ayrılmaz bir parçası olmuştu ve onunla hayata tutunabiliyordu. Sadece sabahları garajına gidip egzostunu boruyla dışarı verdiği ’55 Chevrolet Bel-Air’ini çalıştırıp, temizleyerek ilahi vadesinin dolmasını bekliyordu.

O da otomobili elinden almayacağımızı fark ettiğinden daha rahat oldu. Kimseye göstermediği bu gizli servetini paylaşmanın keyfini yaşadı. Tıpkı burada bu anıyı paylaştığımız gibi.

Ben şimdiki otomobiller arasında böyle tutkuyla bağlanılabilecek bir model görmüyorum. Ama eski Amerikanlar gerçekten insanı hayran bırakan ve böyle yaşama bağlayan güzel otomobillerdi.