Buharlı anılar
Uzaktan buharlı trenin düdüğünü duyunca Mehmet’in içini bir heyecan kaplar, babasının geldiğini anlardı. Babası da tren yolunun hemen kenarındaki lojmanına duyurmak için düdüğü uzun uzun çalardı.
Henschel markalı bu lokomotifi sadece Mehmet’in babası Raif ile yine onun gibi yaşlı ve tecrübeli bir makinist olan İsmail kullanabilirdi zaten. Diğer makinistler dizelciydi. Henschel bazen uzun yük katarlarında diğer dizellere takviye olarak, bazen de posta trenine bağlanırdı. Posta trenini çekecek olduğunda bizim makinistler iki ve hatta üç gün kadar evlerini göremezlerdi. Eve ise lokomotifte yanan kömürün isi, dumanı ve tozundan simsiyah olmuş bir vaziyette dönerlerdi. Bu siyahlık lokomotifte çalışma süresine göre değişirdi.
Mehmet de buharlı lokomotiflere ve dolayısıyla makinistliğe çok meraklıydı. Fırsat buldukça babasının yanına gider ve lokomotifin “markiz” denilen kaptan köşküne çıkar bakınırdı. En çok da düdüğü çalmayı severdi. Ama boyu oraya kadar yetmediği için babasından yardım alırdı.
Ona en çok ters gelen şey ise markizde oturacak bir yer olmayışıydı. Cam kenarında yuvarlak tabure benzeri bir oturak vardı ama orada ne kadar oturulabilir bilemiyordu. Ayrıca buradan trenin önünü görebilmek de pek mümkün değildi. Önde bir küçük pencere olmasına rağmen kömür isinden kapkara olmuştu. Zaten bakılsa bile lokomotifin upuzun burnundan başka da bir yer görünmüyordu. Sadece yan camdan eğilerek ön taraf kısmen görülebiliyordu.
Ortadaki bir kapak açıldığında adeta cehennem gibi bir görüntü ortaya çıkıyordu. Burada bembeyaz kor olmuş kömürler suyu kaynatarak lokomotife gücü sağlayan buharı üretiyordu. İlk önceleri bu kazana kömür atarak ateşi hep canlı tutan bir de ateşçi de makinistlerle çalışıyor olsa da daha sonra idare eleman yokluğundan ateşçi usulünü kaldırmıştı. Raif ve İsmail ustalar karşılarındaki manometreden kazan basıncını kontrol edip “D” saplı koca kürekleriyle bu kazanı devamlı besliyor ve ateşi canlı, buharı basınçlı tutuyorlardı.
Lokomotif iş bitiminde istasyona gelince önce bir dahaki sefer için kömür ve su ikmali yapılıyor, emniyete alındığından emin olununca eve gidilebiliyordu. Ertesi gün de göreve çıkmadan en az iki saat önce lokomotifin başında olunuyordu.
İsmail usta yıllarca bu lokomotiflere hizmet ettiği için yağlamalarını, bakımlarını, arızalarını çok iyi bilirdi. Lojmanının bahçesine park edip bebekler gibi battaniyelere sarıp soğuktan koruduğu 1952 model yeşil Chevrolet’i de görülmeye değerdi hani. Otomobilinin de her türlü bakımını kendisi yapar ve çok nadir olarak kullanırdı. Chevrolet’in lojmandan çıkması lojmandaki çocuklara bayram havası yaşatırdı. Uzun süre otomobilin peşinden bağıra çağıra koşarlardı.
İsmail usta istasyondaki diğer dizel elektrik ana hat ve dizel hidrolik manevra lokomotiflerini de basit ve cılız makineler olarak görürdü. Hâlbuki buharlı makine onun için adeta bir ilimdi. Demiryolcu olmaktan da çok gurur duyardı. Kimi zaman eline mazotlu bez alarak markizin girişindeki “TCDD” yazısını ve hemen altındaki “45024” yazan plakayı pırıl pırıl parlatırdı.
Lokomotife şayet meraklı birisi gelirse, ama bu çocuk olsun yetişkin olsun hiç fark etmez, ona hemen “45024” rakamının anlamını anlatırdı. Nüktedan da bir insandı. 45124 rakamının ilk rakamı olan “4” bu lokomotifte dört adet buhar makinesine bağlı dingil olduğunun göstergesiydi. “5” rakamı ise toplam dingil sayısını gösteriyordu. “024” ise dört çeker dingilli ve toplam beş dingilli makinelerin yirmi dördüncüsü olduğunu belirtiyordu.
Plaka faslından sonra markizin içini anlatır, hareket memurunun düdük çalmasıyla birlikte yaptığı faaliyetleri de adeta bir tiyatro oyuncusu gibi tarif ederdi. “İşte hareket memuru yeşil işaret lambasını yaktı ve de düdüğü çaldı”. ”Ben de o düdüğe kendi düdüğümle cevap veririm” derken bir yandan da yukarıdaki bir ipi çekerek düdüğü uzun uzun çaldırırdı. “Daha sonra bir taraftan azıcık regülâtörü açarak gücü dingillere verirken diğer taraftan da işte bu tekerleği çevirerek frenleri boşaltırım.” “Yol boyundaki işaret levhalarına göre de hızımı işte bu regülâtörden ayarlarım” diyerek lokomotifin kullanılmasını da tarif ederdi. Ama bunları yaparken kolları çeviriyormuş gibi yapardı. “Siz bunları hep demirin üzerinde gider zannedersiniz değil mi? Aslında bu makine bazen toprakta da gider“ deyip güldükten sonra oradaki bir çekmeli kolu gösterir ve “işte bu kol öndeki kum kapaklarını açar. Dik rampalarda bu kapaklardan raylar üzerine ince bir tabaka kum serilerek dingillerin patinaj yapması önlenir” derdi.
Kazan kapağının kolunu çekerek açar ve içerideki ateşi göstererek “bizler şanslıyız. Her gün burada ateşle beraber olduğumuz için sıcağa alıştık. O yüzden cehennemde de çok sıkıntı çekmeyeceğiz” der ve gülerdi. Daha sonra da yukarılarda duran valf ve basınç manometrelerinin ne işlere yaradığını anlatırdı. Manometrelerin hepsi de isten, dumandan ve buhardan aslında okunamayacak durumdaydı. Pek çoğunun içlerindeki rakamlar ve işaretler bile kaybolmuştu ama yaşlı kurt onların hangi konumda olacaklarını çok çok iyi biliyor ve hepsini tek tek tarif ediyordu.
Posta treni ile uzun yolculuklara çıkılacağı zaman Raif ustanın hanımı yan komşusu İsmail ustanın hanımı ile birlikte yol boyu yetecek kadar kumanya ve yemek yapardı. Yemekler çeşitlerine göre sefer taslarına doldurulur, lojmanın bahçesindeki küçük fırında pişirilen ve kolay kolay bayatlamayan ev ekmekleriyle dolu torbalar lokomotife taşınır ve markizin arka tarafındaki dolaba yerleştirilirdi. Raif usta da yemek işinden anlardı. Yol boyunca çayları demler, zamanı geldiğinde de sefer taslarındaki yemekleri ısıtıp hazırlardı. Yemekleri trenin diğer elemanlarıyla birlikte furgon vagonunda hep birlikte yerlerdi.
O hafta çok kar yağdı. Demiryolunda da faaliyetler azaldı. Sadece ana hat trenleri çalıştı, marşandiz ve posta trenleri çalışmadı. Dolayısıyla da işler birikti. Havalar açıverince birden bire lokomotif sıkıntısı baş gösterdi. Bizim buharlı da ertesi sabah gelecek olan posta trenine görevlendirildi. Bu defa yolları biraz daha uzundu.
Yola çıktıklarında hava pırıl pırıl güneşliydi ama çok soğuktu. Akşama kadar önlerine çıkan her istasyonda durarak ve karşılarından gelen bütün trenlere yol vererek yollarına devam ettiler. En sonunda geri dönüş istasyonuna geldiler. Lokomotiflerini katardan sökerek depoya çektiler. Kendileri de dinlenmek için misafirhaneye gittiler. Yıkanıp doğruca uyudular. Ertesi sabah yine erkenden kalkıp lokomotifi hazırladılar. İsmail usta kendisini çok da iyi hissetmiyordu. Üzerinde bir yorgunluk vardı. Hatta Raif bunu hissetmiş ve “İsmail ustam iyi misin, rengin biraz kaçmış gibi” diye sormuştu.
İkinci istasyonu geçtiklerinde İsmail ustanın halsizliği daha da arttı. Hatta oturağa oturup işleri de Raif ustaya bıraktı. Raif onun durumundan şüphelenmişti. “Usta seni bir doktora göstermemiz gerekebilir, sen çok iyi değilsin” dedi. İsmail usta buna cevap veremedi. Sadece başını salladı.”Göğsümde bir ağırlık var sanki” diyebildi. Raif aklından “kalbiyle ilgili bir sorunu mu var acaba?” diye geçirdi ama moralini bozmamak için ona da bir şey demedi.
Ancak kendi istasyonlarına kadar uğrayacakları yedi-sekiz istasyonun hepsi de küçük yerleşim yerleriydi. Hiç birisinde sağlık ocağı bile yoktu. En iyisi yine kendi oturdukları ilçedeki hastaneye yetişmekti. Ama her istasyonda en az bir saat bekleyerek ilçeye ulaşmaları zordu.
İlk istasyonda Raif İsmail ustayı lokomotiften indirip furgon vagonuna götürdü. Orada hem ısınması ve hem de kalması daha iyi olurdu. Şef trenle de konuşup İsmail ustayı oradaki oturağın üzerine yatırdılar. Mevcut battaniyelerle üzerini örtüp rahatlattılar.
Raif istasyondaki hareket memurluğuna gitti. Hareket memuru önlerindeki istasyonları manyetolu telefonundan arayarak posta treninde makinist İsmail ustanın hasta olduğundan dolayı bekletilmeden ilçeye gitmelerinin şart olduğunu bu yüzden posta trenine hatların boşaltılması gerektiğini söyledi. Hattaki bütün istasyonlar İsmail ustayı tanır ve severlerdi. Hepsi de olumlu cevap verdiler.
Markizde bütün işler Raif ustaya kalmıştı. O da arkadaşını bir an önce yetiştirmek üzere Henschel’i son limitlerinde kullanıyor, bir taraftan kazanı beslerken bir taraftan da diğer işlere koşturuyordu. Kan ter içerisinde kalmıştı. İlk istasyondaki hareket memurunun verdiği talimat işe yaramıştı. İstasyonlarda sadece inecek yolcuyu indirecek kadar duruyor ve hemen hareket ediyorlardı. Raif durduğu her istasyonda furgon vagonuna koşup İsmail ustayı kontrol ediyordu. Artık bir istasyon kalmıştı. Ancak katarda bu istasyona bırakılacak iki tane hububat vagonu vardı. Bunların atma manevra ile yan hatta atılması en az yarım saatlerini alırdı. Raif istasyonda inerek şef trene ve buradaki gar şefine vagonları daha sonra bırakacağını, şimdi vakit kaybetmeden İsmail ustayı ilçeye yetiştirmeleri gerektiğini anlattı. Hatta hastanenin ambulansının da istasyonda hazır bekletilmesini isteyerek lokomotife koştu.
İlçeye geldiklerinde İsmail ustanın yakınları ve ambulans hazır bekliyordu. Tren durur durmaz İsmail ustayı ambulansa atıp hastaneye hareket ettiler. İsmail usta uzunca bir süre hastanede yattı, iyileşip taburcu oldu. Ama çok sevdiği buharlıya geri dönemedi. Ciğerleri buharlıdaki duman, is ve soğuktan dolayı iflas etmişti. Bir süre istasyonda başka işlerde çalışıp emekli oldu. Raif usta yalnız kalınca ona genç makinistlerden bir yardımcı verdiler. Ama o da İsmail usta ile yakaladığı çalışma zevki ve keyfini kaybetmişti. Yine Henschel ile yollara çıktılar ama eski tad yoktu.1987 yılında bölge müdürlüğünden gelen yazı ile buharlı lokomotifler toplandı. Bizim Henschel de bu şekilde emekli oldu.
Buharlı trenler yaklaşık yüz yıllık bir süre zarfında bizlere hizmet ettiler. Benim gibi azıcık yaşını almış insanlarımızın bu trenlere dair nice anıları, nice uzun seyahatleri vardır. TCDD buharlı lokomotifleri uzun yıllar Ankara’daki müzesinde sergiledi. Yazıya eklediğim fotoğrafları da orada çekmiştim. Müze şimdi YHT Garı inşaatı nedeniyle TCDD bölge müdürlüğü yanına taşındı. Fırsat bulursanız uğrayın, nostaljiyi doya doya yaşayın.