Reklam

Gece vakti bir Peugeot 203…

 Gece vakti bir Peugeot 203…
Reklam

Amerikanların mutlak hakimiyetinin olduğu 1960 ve 70 li yıllarda Fransız arabaları çok da sevilmezdi.

Peugeot, Citroen, Simca ve Renault ile sınırlı bu otomobiller, Amerikan’lara göre çok az yaksalar da zayıf ve dayanıksızdılar. Kolayca bozulurlardı. Dolayısıyla tercih edilen otomobiller değillerdi.

Simca markası zaten el değiştirip eridi. Ama diğer markalar zaman içerisinde bu zayıflıklarını unutturup, kalitelerini yükselterek piyasada kendilerine güzel yerler edindiler. Bugünkü Fransız otomobilleriyle o günlerdekileri kıyas edemeyiz.

Bu yazımızın başrolünde de bir Fransız otomobili var: Peugeot 203.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra bütün yurtta gece sokağa çıkma yasağı uygulaması vardı. Bu yüzden gece yola çıkıp da sabaha karşı İstanbul’a gelenler de İzmit Uzuntarla’da bir benzin istasyonunda sabah saat 06:00’ya kadar bekletilirdi. Saat 06:00’da orada görevli trafik polisinin start vermesiyle yol açılır, herkes yoluna devam ederdi.

Bir gece Ankara’dan bindiğim otobüs de buraya kadar geldi. Şoför yolculara saat 06:00’ya kadar burada kalacağımızı, arabanın hareket saatinde herkesin arabada olmasını tembihledikten sonra otobüsü stop edip lambaları söndürdü ve uyumak üzere arka beşliye doğru yollandı. Yolcuların bir kısmı da indi, inmeyenler de arabada uyumayı tercih ettiler.

Daha otobüsümüzün hareket etmesine neredeyse iki saate yakın zaman vardı, ben de inip hava almaya niyetlendim.

Aşağıya indiğimde tesisin girişinde duran eski model bir otomobil dikkatimi çekti.İçinde ışık yanıyordu,kaputu açıktı ve birisi motora el atmış,bir şeyler yapıyordu.

Belki yardımcı olabilirim diye eski arabaya doğru yöneldim.Kaput açık olduğuna göre belli ki bir sıkıntı vardı.

Arabanın yuvarlak hatları tesisin loş ışıkları altında çok da anlaşılmıyordu ama yaklaştıkça bu otomobilin 203 modeli bir Peugeot olduğunu anladım.

Otomobilin ön koltuğunda tavan lambası ışığında tırnaklarına oje sürmeye uğraşan genç bir kadın, arka koltukta ise dört beş yaşlarında bir çocuk vardı. Çocuk başını cama yaslamış ve uyuyakalmıştı.

Motorla uğraşan gence yaklaşarak “geçmiş olsun, yardıma ihtiyaç var mı?” dedim. “Sağol, yardımcı olursan iyi olur, ben çok anlamıyorum” diyerek karşılık verdi ve anlatmaya başladı.

Bu otomobil İzmit’te oturan kayınpederininmiş. Yıllardır da kullanırmış. Bizimkiler gezmek için İstanbul’dan İzmit’e gelince adamcağız da çocuk da olduğu için daha rahat gezsinler diye bu otomobili onlara vermiş. Sabahtan Sapanca Gölü’ne gidip piknik yapmışlar. Dönüşte araba teklemeye başlamış, gece adım adım, zor bela kendilerini buraya kadar atabilmişler. Ama yolları çok az kalmasına rağmen sıkıyönetime yakalandıkları için de daha ileriye gidememişler.

“Marşa bir bas da bakalım” dedim. Gitti, ters açılan kapıyı açtı, hanımına benim yardımcı olacağımı söyledi. Ama aralarında ne geçtiyse kadıncağız pek de aldırış etmeden ojelerini sürmeye devam etti. Hatta arabayı kocasının bozduğunu ima ederek “Hiç uğraşma, olmaz bu araba, sabaha bir otobüsle İzmit’e gideriz, babamı alır geliriz, o çalıştırır bunu” dedi.

Çare hanımefendinin elinde!

Bu otomobillerde marşa kontak anahtarını çevirerek basılmaz. Kontak anahtarı vardır ama marş motorlarında selenid yoktur. Kontak anahtarıyla sadece sisteme akım verilir, marşa ise jigle gibi telle kumanda edilen bir düğme çekilerek basılır. Aşağıdaki şoför mahalli ayrıntılarını gösteren resimde 2 numarada “demarreur” olarak geçmiş.

O da yukarıda tarif ettiğimin aynısını yaptı. Kontağı çevirip marş düğmesini kendine doğru çekti. Araba ilk marşta çalışmadı. Bir daha bastı, bu defa çalıştı ama gencin bahsettiği teklemeden dolayı motor patır-kütür çalışıyordu.

Solex marka karbüratöre gaz çubuğunu çekerek biraz gaz verdim. Aynı patırtı sürüyordu.

Peugeot bu otomobillerin motorlarını çok ilginç yapmıştır. Bujiler dışarıdan görünmez. Sadece buji kablolarının takıldığı bakalit kavalların kafaları görünür. Aşağıya eklediğim motor resminde gördüğünüz gibi bu kavallar üst kapağın üzerindedir. Distribütörden çıkan kablo bu kavala takılır. Kavalların içindeki yaylar da kapak içindeki bujilere akımı iletir.

  

O yıllarda distribütör kapağı, tevzi makarası ve bu otomobillerdeki kavallar gibi bakalit malzemeler çok çok adidir. Benzinli motorlardaki teklemelerin en büyük sebebi bu bakalit malzemenin çatlaması ve üzerinden geçen yüksek voltajlı akımın da bu çatlaklar dolayısıyla yönünü şaşırmasıdır.

Buji kablolarını tek tek sökerek önce motor blokuna tuttum. Dördünde de kıvılcım vardı. Hele ki bir de gece olunca kıvılcımı görebilmek, kuvvetli ya da zayıf olduğunu değerlendirebilmek daha kolaydı.

İlk üç kablo söküldüğünde motorda belirgin bir farklılık olurken son silindirde hiç bir şey fark etmiyordu. Dördüncü bujinin kablosunu birkaç defa kavalına takıp söktüm. Değişen bir şey olmuyordu. İşte arızayı bulmuştum.

Gence arabayı stop etmesini söyledim. Dördüncü bujinin kavalını çekerek çıkardım. Farları yaktırdım. Ducellier markalı atom farların ışığında kavalı inceledim, evet alt tarafında ince bir çatlak görünüyordu.

Farları kapattırıp gence bagajda veya arabada buna benzer bir şey görüp görmediğini sordum, bilemedi.

Bagajı birlikte kontrol ettik. Pis bir çantanın içinde eski bujiler, platinler, meksefeler, V kayışları vardı ama kaval yoktu. Torpidoya da genç baktı, orada da ruhsattan başka bir şey yoktu.

O zaman elimizdeki kavalı onaracaktık. Ama nasıl?

Gece vakti bu benzin istasyonunda sadece benzin, motorin ve de motor yağı vardı. Etraftaki otomobiller de yerli otomobillerdi. Onların sistemleri bu şekilde değildi bile.

Peki kavala ne yapabilirdik?

İşte o an beynimde şimşek çaktı. Ben arabanın yanına geldiğimde içerideki kadın hala oje sürüyordu.

Eğilip içeriye baktım, tavan lambasını söndürmüş, çantası kucağında oturuyordu. Benim bakmamdan rahatsız olmuştu ki, üzerini, eteğini düzeltip bakışlarını başka bir tarafa çevirdi. Biraz aksi bir kadındı.

Yanımda dikilen gence arızayı gidermek için yenge hanımın ojesine ihtiyacımız olduğunu söyleyince o da buna bir anlam veremedi, belki de benden huylandı bile.

Ama ojenin güzel bir yalıtım malzemesi olduğunu, bu tür çatlaklarda geçici süre ile onarımda kullanılabileceğini ve o an için de bunu denemekten başka şansları olmadığını anlatınca o da güldü ve içeriye seslenerek hanımından ojesini istedi.

Kadın kocasına iyi bir çıkıştıktan ve bütün sitemlerini ettikten sonra çantasını açıp onun için çok önemli bir malzeme olduğu belli olan kırmızı renkli ojesini uzattı.

Yine farların ışığında kavalın çatlak kısmını ojeyle dıştan ve ojenin fırçasının girebildiği kadar içten boyadım. Kuruduktan sonra bir kat daha, sonra bir kat daha attım. İyice kuruduğundan emin olduktan sonra da kavalı dikkatlice yerine takıp buji kablosunu oturttum ve “bas” dedim.

İlk marşta tabiri caizse “harr” diye çalıştı. Peugeot eski neşesine kavuşmuştu. Herşey düzelmiş şıkır şıkır olmuştu.

İçerideki genç kadın bile ojesinin ilk defa farklı bir işte yararlı olduğunu gördüğünden ve yolun bundan sonraki kısmında rahatça yol alacaklarından yüzündeki aksi ifadeyi değiştirip gülümser olmuş, arkadaki küçük çocuk uyanıp sevinç çığlıkları atmıştı.

Yaptığım işten dolayı bana para vermeyi bile teklif ettiler ama bu küçük ailenin bu sevinci bana yeterdi. Çünkü artık kadın bile aksiliği bırakmıştı.

Bu arada saat de hareket saati olan 06:00’ya doğru geldiğinden ben izin istedim. Bir müsait zamanda İstanbul’da buluşmak üzere (o yıllarda cep telefonu henüz icat edilmediği için) birbirimize adreslerimizi verip ayrıldık.

Peugeot’un bu modelini İtalyan Pininfarina’nın tasarladığı da bu otomobil ile ilgili rivayetler arasındadır. Model olarak ilk bakışta Amerikan Chrysler firmasının aynı nesil araçlarının küçüğü gibi durduğu da söylenebilir.

203 Peugeot; önde enlemesine duran bizim eski Skoda kamyonetlerin tarzındaki makas sistemiyle, borulu şaft sistemiyle, tersine açılan kapılarıyla, kapı-çeklere benzer amortisörleriyle, sevimli yüz tipiyle aslında herşeye rağmen güzel bir otomobildir.

Not:Resimler 1952 yılı 203 Peugeot Notice D’entretien (Bakım Kitabı) ndan alıntıdır.

M.Ali Sade

 

2 Comments

  • keşke her gün bir yazısı olsa M.Ali Bey’in…

  • Hem siteyi hem de M.Ali Bey’in yazılarını keyifle takip ediyorum. Konu otomobiller ama 80’lerde ne sıkıntılar çekildi, onu da hatırladım.

Comments are closed.