Otonominin engelleri
Otomobilleri kullanmaktan vazgeçip bilgisayarlara teslim zamanı mı geliyor? Bence o kadar acele etmeyin!
Medya gün geçmiyor ki otonom (self driving car ya da autonomous car) arabalarla ilgili bir şeyler yazmasın. Son olarak ABD başkanı Trump demiş ki “kendi kendine giden araba düşüncesi güzel ama, ben etrafımda gezen bilgisayarlara güvenmiyorum”.
Aslında bu kadar çok “reklamı” yapılan konu şu an için otomobil sektörünün boyunu aşıyor. Arabanın kendi kendine gidebilmesi için ilk ihtiyacımız olan konu “Yapay zekâ”.
Şöyle ki, bu yapay zekâ, önce arabanın etrafında neler oluyor bakıp anlayacak, sonra arabanın o anda ne yaptığına bakacak, sonra bu bilgileri alıp işleyecek, hafızasındaki senaryolardan birisine uyduracak ve ardında da gaz, fren ve direksiyona komut edecek.
Nedir bu yapay zeka, biraz yakından bakalım. İlk yapay zeka fikri 1956 da küçük bir grubun yaptığı sunumla ortaya atıldı. Konu uzunca bir sure sadece bilim adamlarının ellerinde kaldı, ta ki 1997 de “Deep Blue” isimli bilgisayarın dünya satranç şampiyonu Garry Kasparov’u satranç turnuvası şartlarında oynanan 6 maçlık seride yeninceye kadar. O zamanlar süper bilgisayar olan “Deep Blue” saniyede 2 yüz milyon satranç hamlesini hesaplayabiliyordu.
Büyük olaydı. Bilgisayarlar insanı yenmişti. Ancak aslında olan neydi? Biliyorsunuz, satranç kesin kuralları olan bir oyun. Bu kurallara göre yapılabilecek hamleleri bir algoritmaya çevirebilirsek ve bu algoritmayı hızlıca çalıştırabilirsek “algoritma” satrançta insanı yenebilirdi ve yendi de.
Yapay zeka git gide hayatımıza girmeye devam etti. Meşrubat şişeleri yıkandıktan sonra içinde bir şeyler kalmışsa yapay zeka onları ayıkladı. Burada da standart şişeler, belli hızda bir “gözün” önünden geçerken kontrol ediliyorlar ve içinde bir “şey” varsa bir sonraki adımda o şişe sıradan çıkartılıyordu. Göreceli olarak kolaydı.
Yapay zeka hep karar vermedi, insanların karar vermesine yardım da etti. Google’ın Facebook’un Netflix’in Aliexpress’in bu kadar başarılı olmalarının arkasında yatan insan davranışlarını analiz edebilen algoritmaları.
Denk gelmişsinizdir, Facebook sizin ilgi alanınızı takip edip anlayıp, öğrenip onunla ilgili sayfalar sunar. Peki yanlış yaparsa ne olur? Hiçbir şey olmaz. Sadece bu reklamı artık bana gösterme, benim ilgi alanımda değil diyerek elin Amerikalısının algoritmasını iyileştirmeye yardım ederiz.
Peki otomobilde işler nasıl? Bir kere aklımızdan çıkmaması gereken ilk kural. İnsan hayatı söz konusu kirli şişeyi kaçırmak ya da yanlış reklam göstermek gibi değil. Yanlış bir hesaplamada, yanlış bir kararda birleri ölebilir, yaralanabilir ya da maddi zarar verebiliriz.
Algoritmayı nasıl kuracağız? Bunun için iki ayrı fikir var.
İlki beyaz kutu (white box) denilen ve sisteme her şeyi bizim öğrettiğimiz yöntem. Bu sistem, endüstriyel uygulamalarda çok fazlasıyla kullanılıyor. Çünkü olayları gayet iyi tanıyoruz ve algoritmayı kurmamız çok kolay. Örneğin “şişenin içinde artık kalmışsa onu ayıkla” diyoruz.. ESP de aynı mantıkta çalışıyor. Direksiyon şu açıda çevrilmişse ve araç başka yöne gidiyorsa şu tekerleği frenleyerek aracı olması gereken hattına sokmaya çalış. Sistem ona verilen sınırların dışına çıkmıyor.
İkinci yöntem ise uzun yıllardır bilinen ama son yıllarda çok gündemde olan makinanın kendi kendisine öğrenmesi üstüne kurulmuş olan “deep learning” sistemi. Bu yöntemde biz makinaya olayı anlayıp çözümünü öğretmeye çalışmıyoruz. Bu yöntemde sisteme, karşılaşılabilecek olayları ve çözümleri veriyoruz, algoritmanın bunları inceleyip öğrenmesini bekliyoruz. Sisteme kedi ve insanı tanıtıyoruz ve algoritmanın bunlar arasındaki farkı öğrenmesi bekliyoruz. (Facebook örneği gibi).
Otonom araçların önündeki en büyük engellerden birisi de diğer sürücüler, araçlar ve çevre koşullarıyla olan iletişimi. Bugün biz E5 trafiğinde sağdan soldan gelen sürücülerin davranışlarını, sürücü olarak biz tahmin ediyoruz ve ona göre araç sürüyoruz. İstanbul dışından gelen birisi bile o trafiğe adapte olmakta zorluk çekiyor. E o zaman Almanya sürüş stilini “öğrenmiş” bir otonom araç İstanbul’da nasıl davranacak? Tabii tam tersi de olabilir. İstanbul şoförü gibi davranan bir araçla Münih’e gidersek ne olacak?
Diğer bir konu da arabanın hardware ile yüklenmesi konusu. Öyle ya otomobilin etrafını takip edebilmesi için her yerinin bir sürü ama gerçekten bir sürü detektör kamera ve alıcıyla donatılması gerekli. Bu bilgiler gerçek zamanlı olarak işleyecek bir ya da birkaç işlemciye gönderilecek. Ve o işlemciler ısınacak. Oyun bilgisayarı diye satılan makinaların nasıl ısındığını ve içindeki soğutma fanlarını düşünün, ki o makinalar sadece grafik işliyorlar. Aracın üstündeki kameralardan gelen bilgilerin işlenmesi çok daha zor olacaktır.
Bu işlemcileri nereye koyup soğutacağız? Dubai’de 45 derece sıcakta ne olacak? Ya da arabayı beşik gibi sallayan yollara nasıl dayanacaklar? Hangi aküyle besleyeceğiz onları.
Günümüzde otonom araç diye yapılan otomobiller hep firmaların amiral gemisi diye tabir edilen pahalı ve lüks araçlar. Örneğin Audi A8 serisini Mercedes ise S sınıfı otomobillerini bu teknolojiyle donattılar. Ama o araçları alabilen şirketler ya da kişilerin özel şoförleri var. O kadar masraf ediyorsunuz “otonom” araç satın alıyorsunuz ve özel şoförünüzün işine yarıyor. Bir yanlışlık yok mu sizce?
Yanlışlık şurada, otonom araç teknolojisi ve gerekli donanımlar çok pahalı. Bugün için firmalar otonom araç teknolojisini “halk tipi” bir araca koyarlarsa o aracı satamıyorlar. O yüzden de firmalar şerit takip gibi bazı sürüşe yardımcı teknolojileri araçlarına koyarak ufak adımlarla hareket ediyorlar. Gerçek otonom araçların “halka” inmesi için bir süre daha beklemeye devam edeceğiz gibi duruyor.