Reklam

Şeften hediye

 Şeften hediye

Mehmet amca Çorlu’nun bir köyünde yaşıyor, geçimini de evinin hemen arkasındaki tarlasından ve baktığı hayvanlarından sağlıyordu. Eşi ile evlendikten yıllar sonra Dünya’ya gelen biricik oğulları Hasan ise İstanbul’daki mühendislik öğrenimini birincilikle tamamlamış ve Almanya’daki bir fabrikada iyi bir iş bulmuştu. Üç-dört yıldır burada çalışıyordu.

Mehmet amca motorlu araçlara çok meraklıydı. Evinin arkasındaki garajı küçük bir tamirhaneden farksızdı. Üç silindirli Fiat 480 modeli traktörünün ve de Çorlu’ya ve sağa sola gitmek için yıllar önce satın aldığı 1964 Opel Record’unun bütün bakımları, yağlaması bu garajda yapılırdı. Garajın yanına ufak tefek alt işleri kolayca yapabilmek için bir kanal bile kazmıştı. Kendisinin aklının ermediği işler için de Çorlu’daki sanayi sitesindeki kendi gibi yaşlı arkadaşına giderdi.

Fiat traktörü kör topal da olsa çalışıyordu. Ama Opel artık iflas etmek üzereydi. Gittiği yerden müdahalesiz dönebildiği olmuyordu. Artık belki de elden çıkartma vakti gelmişti ama Mehmet amca bir türlü arabasına kıyamıyordu. Her gün verdiği uğraşlar da ona keyif veriyordu.

Hasan 1988 yılı iznini kışın kullanmaya karar vermişti. Ne de olsa kış şartları köyde ağır geçtiğinden anne ve babasına yardımcı olabilirdi. Bir gece Münih’ten uçağa binip sabaha karşı Yeşilköy Havaalanı’na geldi. Oradan da Topkapı’ya geçip Öz Çorlulular firmasının güzel bir O302 otobüsüyle Çorlu’ya doğru yola çıktı. Otobüse binmeden jetonlu telefondan köy kahvesini aramış ve geleceğini babasına bildirmelerini tembihlemişti. Kahveci de hemen çırağı ile Mehmet amcaya haberi göndermişti.

Otobüs Çorlu Cumhuriyet Meydanı’na girerken Hasan babasının Opel’ini gördü. Bavullarını bagajdan alırken babası yanına gelmişti bile. Kucaklaştılar, Hasan babasının elini öptü. Bavulları beraberce arabaya taşıyarak bagaja yerleştirdiler. Mehmet amca arabanın anahtarını Hasan’a uzattı. ”Bak bakalım sen bıraktıktan sonra iyi bakmış mıyım?” dedi.

Hasan da bu Opel’i çok severdi. Ne de olsa şoförlüğü bu otomobilde öğrenmiş, bu otomobille nerelere gidip gelmişti. Yolculuğun nasıl geçtiğinden, Almanya’dan, köyden, akrabalardan uzun uzun sohbet ederek gidiyorlardı. Altı-yedi aydır görüşmüyorlardı. Biri birlerini özlemişlerdi. Mehmet amca oğlunun Opel’i kullanışını gururla seyrediyor, onunla yolculuk yapmak çok hoşuna gidiyordu.

“Üç silindirli Fiat 480 modeli traktörünün ve de Çorlu’ya ve sağa sola gitmek için yıllar önce satın aldığı 1964 Opel Record’unun bütün bakımları, yağlaması bu garajda yapılırdı.”

Bir müddet gittikten sonra Hasan: “baba, bunun şanzımanında sanki bir uğultu var gibi” dedi. Mehmet amca işi bilirdi. ”Oğlum o ses şanzımandan değil, şafttan geliyor. Geçen gün cıvatalardan birisini kesmişti. Ben de dördünü birden değiştirdim. Ama cıvatalar pulsuzdu, kolayca gevşeyiveriyorlar. Gevşeyince de şaft böyle uğulduyor. Sen geldin ya, yarın beraber kanala çeker cıvataların altlarına yaylı pul atarız olur biter.” dedi. “Öyleyse dert değil, yarın hallederiz” diye cevapladı Hasan.

Evde Hasan’ı annesi kapıda karşıladı. Sarılıp uzun uzun öpüştüler. Bavullar açıldı. Hasan herkese bir şeyler getirmişti. Giyecekler, çikolatalar, şampuanlar, ev eşyaları, Opel için kasetli araba radyosu, konu komşuya dağıtılacak hediyeler ve neler neler.

Mehmet amca gelen hediyelerden memnun olsa da oğluna: “ Oğlum, bizlerin burada kendimizi idare edecek her şeyimiz var. Sağ ol, Allah razı olsun ama paranı biriktirmeye bak. Yarın evlenmeye kalkıştığında para lazım. Bizim için paranı bu kadar çok harcama”dedi. Hasan da: “Baba siz beni büyütüp yetiştirdiniz. Ben sizin hakkınızı değil bu ufak tefek şeylerle hiçbir şekilde ödeyemem. Hem de benim o işlere yetip artacak birikmişim de var. Merak etmeyin” dedi.

O gün evden hiç çıkmadılar. Evde köy mahsullerinden hazırlanmış leziz yemekler eşliğinde hasret giderdiler. Akşamüzeri Hasan arkadaşlarıyla görüşmek için kahvenin yolunu tuttu.

Ertesi gün Opel’i kanala çekerek şaft cıvatalarının altına yaylı pullar taktılar. Lokma anahtarı ve ilave kolla bir güzel sıktılar. Hasan kanalda arabanın altına bir göz gezdirdi. Marşbiyeler artık elek gibi olmuş, çürümüştü. Şanzıman kuyruğundan, diferansiyel de keçesinden yağ kaçırmıştı. Eksozun susturucusu hepten çürümüş lastik bağlantıları kopmak üzereydi.

Kanaldan çıkıp kısa bir köy turu attı. Gerçekten o uğultu biraz olsun kaybolmuştu. Ama otomobil de son demlerini yaşıyordu. Kilometre saati bozuktu. Direksiyondaki boşluk neredeyse çeyrek tura yakındı. İç döşemeler paramparça olmuş, üzerleri kilimlerle kamufle edilmişti. Arka stop lambasının birisi çatlak diğeri de köşesinden kırıktı. Babası artık bu otomobili elden çıkartmalıydı ama nasıl? Opel’e o kadar bağlıydı ki mümkün değil satmazdı.

İlerleyen günlerde Hasan evin kışlık ihtiyaçlarını hazırladı. Kırılacak odunları kırdı. Kömürleri istifledi, soba ve kuzinenin bacalarını temizledi. Evde yapılacak işleri, damlayan muslukları, camı çerçeveyi elinden geldiğince derleyip toparladı.

Yavaş yavaş dönüş günü yaklaşıyordu. Hasan artık son hazırlıklarını tamamlıyordu. Uçak biletini gidiş dönüş aldığı için dönüş bileti konusunda sıkıntısı yoktu. Ancak hava bozuyordu. Trakya yolları her an kapanabilirdi.

Gitmesine üç dört gün kala babasından Çorlu’ya gitmek için arabayı istedi. Babası:” Oğlum hava çok bozuk, bu araba da artık çok iyi değil. Yolda başına bir şey gelmesin. İstersen ben de senle geleyim” dedi. Hasan: “Yok baba, sen gelme biz arkadaşlarla biraz efkâr dağıtacağız. Onları da alıp gideceğim. Hem de fabrikadaki şefime söz verdim, ona Çorlu’dan bir hediye alacağım. O iş çok önemli” deyince Mehmet amca razı geldi.

Hasan o sabah erkenden evden çıktı ve köyden kimseyi de almadan Çorlu’ya gitti. Akşam da hava karardıktan sonra eve geldi. Annesi “ne yaptınız?” diye ısrarla sorsa da Hasan “gezdik işte” gibi kaçamak cevaplar verdi ve ertesi sabah da yine gideceğini ama öğlene döneceğini söyledi.

“Direksiyona oturdu. Besmele ile marşa bastı. Opel çalıştı. Debriyaja bastı. Direksiyonun yanındaki vites kolunu kendine doğru çekip yukarıya ittirdi. Birinci vitese geçmişti. Hafifçe gaz vererek ayağını debriyajdan kaldırdı. Araba ileri doğru hamle yaparken alttan “küüt” diye bir ses geldi.”

Hasan’ın uçağının kalkmasına iki gün kala çok yoğun bir kar yağışı başladı. Kar tipi şeklinde durup dinlenmeden yağıyordu. E-5 Karayolu neredeyse bom boştu. Her gün üzerinde binlerce aracın yol aldığı asfaltta kimsecikler yoktu. Arada sırada kar küreyen greyderler haricinde birkaç araç görünüyordu. Bu durumda otobüsle gitmesi imkânsızdı.

Mehmet amcanın aklına Çorlu istasyonundan gece geçen Avrupa treni geldi. Bu tren haftanın belirli günlerinde gece yarısından sonra Çorlu’dan geçiyor ve sabaha İstanbul’da oluyordu. O gece de Avrupa treninin olduğunu biliyordu. Tren biraz uzun sürse de yolu kapanmaz, emniyetle gider diye düşündü.

O gün akşamüzeri Fiat traktörün üzerine tentesini çektiler. Kuyruk tarafına sepeti takıp içerisine bavulları yerleştirdiler. Mehmet amca direksiyona geçti.

Tam hareket edeceklerken Hasan “bir dakika geliyorum” deyip eve gitti. Ve çabucak dönerek traktörün çamurluğundaki oturağa ilişti. Kar biraz kesilmişti. Mehmet amca traktöre her ihtimale karşı zincir bile takmıştı. Annesi ile hüzünlü bir vedadan sonra yola koyuldular. Annesinden ayrılmak Hasan’a çok zor gelmişti. Kimseye belli etmedi ama yol boyunca annesi aklına her geldiğinde akan gözyaşları yüzüne çarpan kar tanelerine karıştı.

Karlı yollardan yavaş yavaş Çorlu istasyonunu buldular. Gece 01.00 civarında geçmesi gereken tren biraz rötarlıydı. Numaralı bilet de yoktu. Ama “bulduğun yere otur” anlamına gelen numarasız bilet vardı. Bir bilet alıp yolcu salonunda yanan göbekli sobanın başına geçtiler.02.00 civarında tren geldi. Hasan babasıyla vedalaşıp trene bindi. Son olarak da “Baba, size çok yakında güzel bir sürprizim olacak” dedi. Mehmet amca bunu “herhalde oralarda aklına yatan birisi var, utandı bize söyleyemedi” şeklinde yorumladı. Ve ”Hayırlısı olsun oğlum. Yolun açık olsun, kendine dikkat et, Allah’a emanet ol” diyerek oğlunu uğurladı. Kırmızı şapkalı hareket memurunun verdiği işaretle tren Sirkeci’ye doğru yollandı.

Mehmet amca istasyonda biraz daha kalıp günün aydınlanmasını bekledi. Hava aydınlandığında kar kesilmiş ve tatlı bir güneş ışığı ortalığı kaplamıştı. Emektar Fiat 480 hiç nazlanmadan çalıştı ve köye doğru yollandı.

Evde hanımı Mehmet amcayı kapıda bekliyordu. Elinde üzeri pembe fiyonklu lacivert bir hediye kutusu vardı.”Bu ne?” dedi Mehmet amca.”Bizim oğlan geçen gün Çorlu’dan şefine aldığı hediyeyi masanın üzerinde unutmuş. Benim için çok önemli demişti” dedi hanımı. Bir taraftan da gözlerinden akan yaşları siliyordu. Mehmet amca: ”Dur bakalım bir çaresine bakarız, uçağı bu gün saat altıda kalkacak. Yol fena değil. Biraz dinleneyim, Opel’le gider havaalanında bulur, hediyeyi veririm” dedi. Annesi: “Bey, ben de geleyim seninle. Oğlumu şimdiden çok özledim, hem onu bir kez daha görürüm ve hem de yolda biri birimize can yoldaşı oluruz” deyince Mehmet amca kabul etti. İçeri girdiler.

Mehmet amca bütün geceyi uykusuz geçirmesine rağmen uyumaya çalıştı ama sıkıntıdan bir türlü uyuyamadı. Saat 10.00 sıralarında hanımına seslendi.”Kalk hadi gidelim bari. Yol hali, ne olur ne olmaz” dedi. Bu arada güneş iyice kendini göstermiş, hava yumuşamış, karlar da gevşemeye başlamıştı. Garajdan Opel’in zincirlerini bulup arka lastiklere güzelce taktı. Yine garajda duran çekme halatı ve takozlarla traktörün yedek aküsünü de bagaja attı. Evden de battaniye ve yiyecek bir şeyler alıp yola çıktılar.

Mehmet amca Çorlu’yu bulup E-5 karayoluna çıktığında öğle ezanı okunuyordu. Gayet ağırdan ve temkinli olarak Seymen rampasını indi. Değirmenköy düzlüğünde yoldaki kar neredeyse bitince Çanta köyünde patinaj zincirlerini söküp bagaja attı. Şimdi arkadaki gürültü de bittiğinden daha rahat gidebilirdi.

Silivri’ye ulaştıklarında yola çıkalı neredeyse iki saat oluyordu. Müsait bir yer bulup evden getirdikleri yiyeceklerini arabanın içerisinde sohbet ederek yediler. Tekrar yola koyulduklarında hava biraz kapatmış ve kar yeniden başlamıştı.

Opel buraya kadar bir sorun çıkartmamıştı. Evet, arabanın direksiyonunda biraz boşluk vardı. Ama Mehmet amca direksiyondaki bu boşluğa alışmış ve o yıllarda da yollar “balıksırtı” modeli olduğundan direksiyonu sola doğru yaslayarak bu boşluğu tolere ediyordu. Ayrıca çok fazla da gaza basmayarak ihtiyar Opel’i sıkıştırmıyordu. Birazcık içerisi soğuktu. Opel’in kaloriferi çok iyi ısıtmıyordu. Ama ona da çareyi içeride sıkı giyinerek bulmuşlardı.

“Şefin hediyesi onlara pahalıya patlamıştı. Onca koşuşturma, yorgunluk, telaş hepsi boşa gitmiş bu arada Opel de nasibini almıştı. Mehmet amca hanımına ilerideki oturma yerlerini göstererek “Şuraya gidip oturalım da bir çay olsun içelim. Sonra da gideriz.”

Kumburgaz’ı geçip Mimar Sinan köyüne doğru sallandıklarında Mehmet amcanın gözü benzin göstergesine takıldı. Benzin azalmıştı. Sağdaki benzin istasyonuna girdiler. Mehmet amca pompacıya “doldur” dedi ve kaputu açıp motoru kontrol etmeye başladı. Su hortumlarında bir kaçak yoktu. Benzin hortumları da sağlamdı. Vantilatör kayışını eliyle yokladı. Aynen kendisinin ayarladığı gibi duruyordu. Kaputu kapatıp pompacıya parayı ödedi. Saate baktı. Saat üçe geliyordu. Yani uçağa yetişebilmek için iki saatleri vardı. Büyükçekmece’deki Deve Bağırtan rampasından sonra çok az yolları kalıyordu. İçinden “İnşallah yetişiriz” diye geçirdi.

Direksiyona oturdu. Besmele ile marşa bastı. Opel çalıştı. Debriyaja bastı. Direksiyonun yanındaki vites kolunu kendine doğru çekip yukarıya ittirdi. Birinci vitese geçmişti. Hafifçe gaz vererek ayağını debriyajdan kaldırdı. Araba ileri doğru hamle yaparken alttan “küüt” diye bir ses geldi. Opel bir adım daha yürüdükten sonra oracığa yığılıp kaldı. Motor da stop etmişti. Mehmet amca vitesi boşa almak ve yeniden motoru çalıştırmak istedi. Ama nafile. Vites kolu yerinden oynamıyordu bile. Bütün gücüyle asılıp vitesi birden çıkarttı. Ama kola bir hal olmuştu. Hiç bir vitese geçmiyordu.

O arada pompacı geldi.”Ağabey arabanı çek. Müşteri geldi yanaşamıyor” dedi. Pompacıyla beraber arabayı kenara doğru ittirdiler. Mehmet amca kaputu açtı. Vites arayıcı kollara baktı. Her şey normaldi. Eğilip alta baktı. Şanzımanın alt tarafından inceden bir doksan numara yağ sızıntısı başlamıştı. Muhtemelen şanzıman dağılmıştı. Çok sinirlendi ama burada bu arızaya müdahale edebilmek imkânsızdı.

Yapılacak şey basitti. Araba burada bırakılacak, hemen yan taraftaki asfalta çıkılıp gelen otobüslere el kaldırılacaktı. İstasyondaki bir yetkiliye arabanın arıza yaptığını, kendilerinin de gitmek zorunda olduklarını anlattılar. O da arabanın orada kalmasına müsaade etti.

Kar yine atıştırmaya başlamıştı. Arabadan şefin hediyesini ve kendilerince önemli birkaç parça eşya alarak kapıları kilitlediler ve asfaltın kenarında beklemeye başladılar. Gelen otobüs yoktu. Yabancı plakalı birkaç TIR aracı haricinde geçen olmuyordu. Bir saat kadar orada bekledikten sonra ileriden üzerinde “Silivri Birlik” yazan bir otobüs göründü. Bizimkileri aldı. Otobüs bomboştu. Oldukça da yavaş gidiyordu. Sıcak otobüsün içerisinde ısınmaya çalıştılar. Hatta biraz uyukladılar bile.

Hava alanı kavşağına geldiklerinde saat beşe geliyordu. Hemen inerek bir taksi beklemeye başladılar. Orada da hava çok bozuktu. Kar tipi şeklinde yağıyordu. Biraz bekledikten sonra karşıdan yepyeni bir Murat 131 taksi gelerek yanlarında durdu. Taksinin içi de en az otobüs kadar sıcaktı. Yepyeni oluşu dolayısıyla Mehmet amcanın da hoşuna gitmişti. Hanımı : “Bey, biz de iyi simi Opel’i satıp böyle bir araba alalım. Baksana ne güzel” dedi. Mehmet amca yine de Opel’ine toz kondurmayarak “Hanım, bizim Opel bunun gibi üç tane araba yapar, bunlar teneke” dedi. Ama kendi de söylediğine çok inanmadı. İçinden “keşke böyle bir arabam olsaydı, şimdi rahat rahat çocuğun yanına varmış olurduk“ diye geçirdi.

Taksiciye parasını ödeyip dış hatlar terminalinin önünde indiler. Kapıdaki görevli polise durumu anlattılar. Saat altıya çeyrek vardı. Hangi uçakla gittiğini bilmiyorlardı. Hanımı “Lufthansa mı nedir öyle bir uçaktan bahsetmişti” deyince oraya yöneldiler. Ama gişede görevli kız o saatte uçakları olmadığını söyledi.”Belki Türk Hava Yolları ile gidecek olabilir” dedi. Hemen oraya yönlendiler. Gişede altı yedi kişilik bir kuyruk vardı. Yandan gişeye yaklaşan Mehmet amcayı kuyruktakiler azarladılar. Durumu onlara izah etse de kimse razı olmadığından mecburen kuyruğa girerek beklemeye başladılar. Sıra onlara geldiğinde saat tam altıydı. Gişedeki kız uçağın şu anda kalkış için pistin baş tarafında olduğunu, hediyeyi ulaştırabilmenin imkânı bulunmadığını söyledi. Hatta yolcu listesinden Hasan’ın adını da buldu. Hasan uçağa binmişti.

Çok üzüldüler. Şefin hediyesi onlara pahalıya patlamıştı. Onca koşuşturma, yorgunluk, telaş hepsi boşa gitmiş bu arada Opel de nasibini almıştı. Mehmet amca hanımına ilerideki oturma yerlerini göstererek “Şuraya gidip oturalım da bir çay olsun içelim. Sonra da gideriz. Burada yapabileceğimiz bir şey yok artık” dedi.

Bir masaya oturdular. Şefin hediyesini de masanın üzerine koydular. Çaylarını içerken hanımı : “Acaba şefine ne aldı ki. Bize de o kadar önemli olduğunu söyledi” dedi. Mehmet amca “Ulen kadın milleti değil misiniz, ne kadar da meraklısınız” derken aslında kendisi de kutuda ne olduğunu çok merak ediyordu. Bir taraftan da kutunun kenarlarındaki bantlarla oynuyordu.”Aç bakalım, merakımız bari gitsin. Sonra yeniden bantlarız. Evde de seneye kadar saklarız” dedi hanımı.

Mehmet amca kutunun kenarlarındaki bantları söküp kapağı açtı. Kutunun içerisinden dörde katlanmış ve bir mektup olduğu belli olan bir kâğıt, ikisi siyah kafalı, diğer ikisi nikelajlı ve üzerinde “Tofaş” yazan dört anahtar ile iki anahtarlık ve en altta da bir naylon zarf içerisinde fatura, servis karnesi ve el kitabı çıktı.

Bunlara hiçbir anlam veremediler. Mehmet amca cebinden yakın gözlüğünü çıkarıp mektubu sesli olarak okumaya başladı.

Sevgili anne ve babacığım;

Bu kutuyu bulup açtığınızda ben çok uzaklarda olacağım. Babama tren istasyonunda bahsettiğim sürpriz de budur. Geçen gün size efkâr dağıtacağım diyerek Çorlu’ya gittiğimde önce bankadan Marklarımı bozdurdum. Sonra da acenteye giderek sizin daha rahat ve keyifle gezebilmeniz için kutuda anahtarları ve belgeleri olan otomobili satın aldım. O gün işlemler tamamlanmadığı için ertesi gün sabahtan yeniden giderek işi bitirdim. Çorlu’daki Tofaş acentesine uğrayarak arabanızı alın. Ben size söylesem buna razı gelmezdiniz. O yüzden bu yolu seçtim. Güle güle kullanın. Seneye geldiğimde beraberce de gezeriz. Hakkınızı helal edin. Ellerinizden öpüyorum.

                                                                                                                                                       Hasan

Mehmet amca kâğıdı elinden bırakıverdi. Artık kendisinin de gelirken bindiği ve çok beğendiği taksi gibi bir arabası olmuştu.”Deli oğlan” diyebildi sadece. Hanımının da başını eğip ağladığını görünce gözlerinden iki damla yaş boşalıverdi.

M.Ali Sade

2013