DeSoto gider ’57 Plymouth gelir… Belalarıyla…
Bir önceki hikayemizde dolmuşçuluğa soyunan emekli Tekel şoförü Ahmet Bey’in bir hız göstergesi uğruna başına gelenleri anlatmıştım. Bu konu biraz daha derin, devam edelim isterseniz.
Kaza yerine gelen polis ekibi kaza raporunda yola köpeğin atlaması sonucu kazanın olduğuna hükmetmiş, bizimkinin arabada bira içtiği her nedense raporda geçmemiş ve o yıllardaki sekizdelik kaza raporuna göre Ahmet Bey sekizde iki, ona çarpan BMC markalı kamyon da sekizde iki kusurlu bulunmuştu. Diğer kusurlar yola fırlayan köpek ile hava ve yol durumuna çıkarılmıştı.
Durum böyle olunca patronu da Ahmet Bey’e ilk başta çok kızmış ancak daha sonra raporu görünce biraz sinirleri yatışmıştı. Hastanede sitemkar sözler söylemiş olsa da daha sonra onu affetmişti.
Ama bizim DeSoto artık onarım kabul edemeyecek bir hale gelmişti. Radyatör motora girmiş, şanzuman patlamış, ön düzen zaten laçka durumdayken iyice dağılmıştı. Patronun uzun zamandır bu otomobili dizele çevirerek daha iktisatlı hale getirmeye niyeti vardı. Bu otomobilin üzerindeki motor ve düzeni çıkarıp yerine Ford Transit minibüsün alt düzeninin atılması gerektiğini ne zamandır söylüyordu.
Kazadan sonra dolmuşun yola dağılan parçaları tek tek toplanıp Bostancı Sanayi Sitesi’nde bir kaportacının önüne çekilmişti. Hurda bir Ford Transit minibüsün motor ve şanzumanının bizim DeSoto üzerine atılması için evde yapılan hesap da çarşıya uymadı. Yapılacak kaporta onarımı, motor, şanzuman, dingiller, lastikler, döşeme ve akla hayale gelmeyen bir sürü masrafın tutarı yeni bir otomobil parasına yakın tutuyordu. Bu işin astarı yüzünden pahalıya gelince patron aşağıdaki resimdekinin aynısı, çok temiz bir 1957 Plymouth alarak evin önüne çekti.
Ahmet Bey kazanın etkisinden uzun süre kendisini kurtaramadı. Hatta bir müddet dolmuşlara bile binmedi.
Ta ki kayınbiraderi yeniden eve gelene kadar. Kayınbiraderini görünce “bu herif hayrına gelmez” diye aklından geçirmişti. Kayınbiraderi yine hemen konuya girdi. “Patron yeni bir Plymouth aldı, yarın seni bekliyor” dedi.
Ahmet Bey evde oldukça sıkılmıştı ama asıl sorun ise maddiydi. Dolmuş parçalanınca buradan gelen gelir de kaybolmuştu. Çaresizdi, o patronu çok sevmese de bu teklife hayır diyemedi.
Yeniden eski usulünde çalışmaya başladı. Yeni otomobili çok güzeldi. Bütün göstergeleri de dahil her tarafı faal, kullanması da hem kolay ve hem de keyifli olan bir otomobildi. Ahmet Bey her sabah bu otomobili evden götürdüğü bir kova su ile pırıl pırıl parlatıp öyle işe çıkıyordu.
Bu otomobil diğeri gibi üç sıra koltuklu değildi. Dolayısıyla öne iki, arkaya da kimi zaman üç, şayet yolcular zayıf olursa dört kişi almak suretiyle çalışıyordu. Az yolcu almasına rağmen bu otomobil de diğerine göre hem az yakıyor ve hem de tamircinin yolunu bile bilmiyordu. Ara sıra çıkan ufak tefek arızaları Ahmet Bey kendisi hallediveriyordu. Hatta buji ve platinini bile evin önünde kendisi değiştiriyordu.
Bir gün Doğancılar’dan aşağıya inerken Sunar Sineması’nın önünde iyi giyimli iki erkek ile bir kadın el kaldırdı. Halbuki buradan Üsküdar’a kadar kimse dolmuşa binmezdi. Ön koltuktaki yolcular neyse ki Cezaevi’nde inmişlerdi. Ön koltuk boştu, arka koltukta üç kişi olsa da zayıf olan adamı idare ederdi. Kadın Ahmet Bey’in yanına adam da cam kenarına oturdular.
Bu rampadan aşağı inerken benzinden tasarruf için Ahmet Bey kontak kapatıp motoru stop ederdi. Bu otomobillerde frenler düz hidrolikti. Vakum desteği gibi,d ireksiyon kilidi gibi lüksler olmadığı için genellikle bütün bu tip otomobiller aynı şekilde kullanılırdı.
Yolcuyu aldıktan sonra da yine arabayı çalıştırmadı, süzüle süzüle çarşıya kadar geldi.
Bizim Ahmet Bey’in yaşı, yaşam tarzı ve görgüsünden dolayı zamparalıkla alakası hiç yoktu. Ama yanına oturan bu hafifçe kısa etekli, hoş parfüm sürünmüş ve oldukça güzel görünümlü kadından da etkilendi. Ara sıra yandan ve göğüs üzerindeki dikiz aynasından kaçamak bakışlar atmayı da ihmal etmedi.
Üsküdar meydanda herkes dolmuştan inmesine rağmen bu son binen üçlü inmedi. Ahmet Bey “son durak” diye ikaz edince arkadaki adam söze girdi. Karşı tarafta Kapalı Çarşı’da bir işleri olduğunu, işin yaklaşık üç dört saat sürebileceğini, şayet onları götürüp getirebilirse Ahmet Bey’e oldukça yüklü bir para vereceğinden bahsetti.
Ahmet Bey dolmuşla taksi işine girmeyi sevmezdi aslında ama nedense, belki teklif edilen paranın iyiliğinden, belki de öndeki güzel hanımın hatırına bu teklifi kabul etti.
Üsküdar’dan araba vapuruyla karşıya, Kabataş’a geçtiler. Oradan da Nuruosmaniye Camii civarlarında bir yere geldiler. Müsait bir park yeri bulunca dolmuşu durdurup üçü de arabadan indiler, Ahmet Bey’e bu noktadan ayrılmamasını sıkıca tembihleyerek uzaklaştılar.
Ahmet Bey cebinden bir Bafra sigarası çıkararak yaktı. Belli ki burada bir süre bekleyecekti. Bu arada içine de bir kurt düştü. Adamlarla anlaşmıştı ama ya buradan kaybolup giderlerse ne olacaktı. Beklediği de yanına kar kalırdı.
Kolundaki Nacar marka saatine baktı, aradan neredeyse iki saat geçmiş, gelen giden olmamıştı. Yoldan geçen bir simitçiden bir simit alarak açlığını yatıştırdı. Tekrar bir Bafra daha yakarak beklemeye koyuldu.
Nuruosmaniye Camii minaresinden ikindi ezanı sesi duyulduğunda yine saatine baktı. Geleli dört saat oluyordu. Ve gelen giden kimse yoktu. Kandırıldığı hissi ağır basmaya başlamıştı. Sinirleri oldukça bozulmuştu. Yarım saat daha bekleyip gitmeye karar verdi.
Bagajdan kova ile bezi çıkararak camları silmeye koyuldu. Hiç olmazsa vakit geçerdi. Tam o esnada müşterileri karşıdan belirdiler. Ellerinde körüklü doktor çantalarına benzeyen siyah bir çanta vardı. Hızlı hızlı ve telaşla yürüyorlardı.
Bu defa kadın ve öne binen erkek arkaya, arkaya binen zayıf erkek de öne oturdular. Arabaya oturunca sevinçle biribirlerini tebrik ettiler. Ama çok da konuşmadılar.
Ahmet Bey oradan sahil yoluna çıktı. Sarayburnu’ndan devam edip Sirkeci’ye geldi. Yolda aynadan yanında oturan kadına bu defa dikkatlice baktı. Kadın çantasından çıkardığı mentollü Çamlıca sigarasını içiyordu. Yandan fark edememişti ama bu kadının güzel olmakla birlikte çok hain bir tarafı da vardı, bu bakışlarından anlaşılabiliyordu.
Bu defa Sirkeci’den arabalı vapura binerek Harem’e oradan da Kadıköy’e gideceklerini, onları Kadıköy meydanında indirmesini tembih ettiler. Vapura bininceye kadar çantayı hiç ellemediler. Vapurda çantanın ağzını açıp baktılar ve biribirlerine sırıtarak haince bakışlar fırlattılar. Bu bakışlar Ahmet Bey’in de gözünden kaçmamıştı.
Harem yokuşunu çıkarken önde oturan adam söz verdikleri paradan da fazlasını koltuğun üzerine bıraktı ve Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nin önündeki durakta onları indirmesini söyledi. Kadın da çantadan çıkardığı bir bileziği paranın yanına koydu. Ahmet Bey’e de “Bunu da hanımına hediye veriyorum. Önümüzdeki günlerde gelip seni yine bulacağız. Ancak soran olursa bizden kimseye bahsetmeyeceksin, evindekilere bile. Yoksa yerini, yurdunu biliyoruz. Senin için çok kötü şeyler olur” dedi.
Bu arada bahsettikleri durağa gelmişlerdi. Ahmet Bey yavaşladı, onları indirdi ve İskele’ye doğru devam ederken paralarla bileziği alel acele ceketinin ceplerine yerleştirdi. Duraktaki arkadaşları bütün gün nerede olduğunu sorduğunda da karbüratörünü ayarlatmak için Dolapdere’deki ustaya gittiğini söyledi.
Aradan on, onbeş gün kadar geçti. Bir gün öğleden sonra Kadıköy’deki durakta sıra beklerken Ahmet Bey bu üçlüyü karşıdaki otobüs yazıhanelerinin önünde gördü. Sıra kendisine gelmek üzereyken onlar da hareketlendiler. Sanki sıradan tesadüfen binmişler gibi yine kadın öne diğerleri de arkaya binmişti. Üsküdar Meydanı’nda araba boşalınca kadın önden önce hal hatır sorduktan sonra “gideceğin yeri biliyorsun” dedi. Hiç konuşmadan arabalı vapura yönlendiler. Nuruosmaniye Camii önünde aynı yere park ettikten sonra üçü ayrıldılar. Akşama doğru da aynı çantayla geri geldiler.
Yine Harem üzeri Kadıköy, alınan yüklü bahşiş ve bu defa iki adet burma bilezik faslından sonra Ahmet Bey durağa bile gitmeyip doğruca evin yolunu tuttu. Bu iş oldukça güzeldi. Aldığı altınları eve bile göstermeden doğruca paraya çeviriyor, bunların parasını cüzdanında farklı bir yere koyuyordu. Ne de olsa nereden geldiğinden emin değildi.
Birkaç gün sonra durakta beklerken eline geçen Günaydın gazetesinin iç sayfasında bir haber gördü. Başlık şöyle idi:”Kapalıçarşı’da büyük dolandırıcılık!”… Yazının devamında ise güzel bir kadın ve iki erkekten oluşan bir çetenin sarraflara altın bozdurmak maksatlı girdiklerini, kadının sarrafı oyalamasından istifade eden diğer iki kişinin dükkanlardan oldukça yüklü miktarda altın ve mücevheri el çabukluğu ile çaldıkları anlatılıyor ve polisin bu ekibin peşinde olduğu söyleniyordu.
Ahmet Bey’in beyninde bir şimşek çaktı. Bu işi yapanlar onlar olabilirdi. Uzun süre çarşıda kalıyorlar, boş bir çanta ile gidip sıkı sıkıya doldurup geliyorlar, üstelik ona da birkaç bileziği vermekten çekinmiyorlardı. Tekrar geldiklerinde bunlarla gitmese iyi olurdu. Bu işten dolayı onun da başı belaya girebilirdi.
Ahmet Bey helali haramı bilirdi. Verdikleri bilezikler gerçekten çalıntıysa haramdı. Aldığına pişman oldu.
Tekrar gelirlerse onlarla konuşup işi aydınlığa çıkarmaya karar verdi.Yaklaşık bir ay kadar bunlardan hiç ses çıkmadı. Bir ay sonra bir sabah sadece kadın ile zayıf olan adam bu defa Üsküdar’a geldiler. Kadın sıradaki Ahmet Bey’in yanına gelerek sıradan çıkmasını, karşıya bir yere gitmeleri gerektiğini söyledi. Bu gün öncekilere göre çok daha şık giyinip iyice süslenip püslenmişti. Ahmet Bey kadına itiraz edemedi.”Belki de şüphelerimde yanılıyorum” diye düşündü. Sıradan çıktı. Değnekçiye “bu arkadaşlarımın düğünleri varmış, ben karşıya gidiyorum” dedi.
Yine vapurla karşıya geçtiler. Kadın Bakırköy’e gideceklerini söyledi. Vapurdan inince Sahil Yolu’ndan Bakırköy’e doğru yollandılar. Yol boyunca kadın ve adam tek kelime etmediler. “Bakırköy de nereden çıktı” diye düşündü Ahmet Bey. “Gazetede yazan dolandırıcılar bunlar olsalar yine Kapalıçarşı’ya gitmezler mi?”diye aklından geçirdi.
Bir ara bütün cesaretini toplayarak yanında oturan kadına “Gazetede okudum, Kapalıçarşı’da büyük bir dolandırıcılık olmuş, duydunuz mu?” diyebildi. Kadın umursamadı bile. Sadece “Bize ne” dedi. Bu cevap bizim Ahmet Bey’i rahatlatmıştı. Hiç renk vermedi, demek ki bunlar o dolandırıcılar değil” diye düşündü.
Bakırköy’de İstanbul Caddesi üzerinde Sana yağı fabrikası yanına park ettiler. Kadın “Biraz bekle, bu defa o kadar uzun sürmez” dedi ve çarşıya doğru yollandılar.
Ahmet Bey aldığı cevaptan tatmin olmuştu. Öyle cevap vermelerini de bekliyordu aslında. Kadın hoşuna gitmişti. Cebinden çıkardığı Bafra sigarasını yakarak yine beklemeye başladı.
Aradan yaklaşık iki saat geçmişti. Arabada biraz da uyuklamıştı. Birisinin dürtüklemesiyle uyandı. Bu yıllardır görmediği arkadaşı polis Hasan’dı. Liseyi beraber okumuşlar, daha sonra o polis olup hayata atılmıştı. Hasan evvelki yıl şarktan bir yerlerden İstanbul’a tayin olmuştu. Sirkeci’de pasaport işlerine bakan bölümde çalışıyordu. Polislikle bir alakası olduğu söylenemezdi ama yine de resmi elbiseyi giyiyordu. Ara sıra buluşup sohbet ederlerdi.
Arabanın yanında yine derin bir sohbete daldılar. Sigaralar yakıldı, yoldan geçen demirhindi şerbetinden içildi. Eskilerden, okullardan, çoluk çocuktan anlattılar. Polis tam giderken Ahmet Bey’in müşterileri de karşıdan göründüler. Ancak polisi de gördüklerinden biraz tereddütlü olarak otomobile doğru yaklaştılar. Kadın ön koltuğa adam da yine dolu çantayla arkaya oturdu.
Kadın Sarıyer’de bir işleri olduğunu, yarım saat de oraya uğrayıp tekrar Kadıköy’e gideceklerini, bunun için ayrıca ücret vereceklerini söyledi. Ahmet Bey “Nasılsa paramı alacağım, durakta bekleşmektense hava da almış olurum” diye düşünerek kabul etti. Sahil yolundan devam edip Beşiktaş’a ve oradan da Ayazağa köyüne geldiler. Maslak’ı geçip Hacıosman yokuşundan aşağı sallanırken arkadaki adam “sağda dur” dedi. Yol kenarında bir ağacın altına yanaşıp durdular.
Ahmet Bey ne olduğuna bir anlam verememişti.” Neden durduk?” diye sorabildi sadece. O arada kadının çantasından çıkan oluklu sustalı bıçağın şakırdamasını duyup karnına doğru saplanırken parlamasını görebildi sadece. Kadın bir defa ile bırakmamış, dört beş defa saplayıp çıkararak bizim zavallıyı perişan etmişti. Ahmet Bey “Çoluk çocuğuma acıyın, bırakın gideyim” diye kısık bir sesle yalvarabilmiş ve daha sonra kapıya yaslı vaziyette kendinden geçmişti.
Kadın Ahmet Bey’in boyununa elini koyarak nabzına baktı. Gülerek “Geberdi herhalde pe..venk, yoksa bizi polise verecekti. Hadi alacağımızı tahsil edip bir an evvel kaçalım” dedi. Sustalı bıçağın üzerindeki kanı Ahmet Bey’in ceketinin eteğine sürerek temizledi ve bıçağı yine çantasına attı.
Arkadaki adam Ahmet Bey’in cüzdanına saldırdı, kadın da torpidoya asılı duran para torbasına. Adam cüzdanda ayrı duran bozulmuş bileziklerin parası da dahil bütün parayı aldı. Cüzdanı da pedallara doğru fırlattı. Kadının elleri kan içindeydi. Kanlı elleriyle para torbasını karıştırdı. İçerideki bozuk paraları da “bir b..k da yokmuş” diyerek çantasına attı. Halbuki asıl kağıt paralar sol güneşlik üzerindeki lastiğe takılı olarak güneşliğin arkasında duruyordu, onu fark edemediler. Arabayı terk edip koşarak Yeniköy’e doğru uzaklaştılar.
Aradan onbeş yirmi dakika geçmişti ki tesadüfen yoldan geçen bir jandarma aracı kapıları açık dolmuşu fark edip durdu. Ahmet Bey’i kanlar içerisinde görünce hiç beklemeden kamyonetlerinin arkasına atıp hastaneye götürdüler.
Hikaye biraz acıklı bitti diyebilirsiniz. Ancak Ahmet Bey epeyce hastanede yattıktan sonra eski sağlığına kavuştu. Kendine geldikten sonra polise o üç kişinin eşkallerini de tarif etti. Kadın ve iki adam altınları İzmir’de satarken yakalandılar, yargılanıp hüküm giydiler, cezalarını buldular.
Ahmet bey de çok sevmesine rağmen bir daha şoförlük yapamadı. Üsküdar’da bir kahvede garson olarak çalışmaya başladı. Gelen müşterilere bu yazdığım hikayeleri defalarca anlatıp insanları hayretlere düşürdü. Beş altı yıl sonra da bir sabah evinde öldü. Şu anda ilk kaza yaptığında götürüldüğü PTT Hastanesi arkasındaki küçük mezarlıkta yatıyor.
M.Ali Sade
2012