Eski bir bayram anısı
Eski mekanik saatlere merakım ilkokulda yaz tatillerinde bir saatçinin yanında çıraklık yaparken başladı. Daha sonra bambaşka mesleklere yönelmeme rağmen mekanik saat merakım hiç bitmedi. Halen de devam ediyor aslında.
Lafı uzatmadan konuya gireyim. 1980’lerde Trakya’da çalışırken oldukça samimi olduğum bir arkadaşım vardı. Arkadaşımın ailesi oldukça varlıklı ve zengin bir aileydi. O da saatlere çok meraklıydı. Kimi zaman evdeki eski saatleri kapıp getirir, beraberce bakım yapardık. Kimi zaman da konu-komşusundan topladığı antika duvar ve masa saatlerini inceleyip, değerlendirir ve fikir sahibi olurduk. Aslında eline tornavida bile yakışmaz, pek de bir iş çıkaramazdı ama boş vakitlerimizi meyhaneler, birahaneler gibi “hane”lerde geçirmektense bu işlerle uğraşmayı tercih ederdik.
Gerçekten de Allah selamet versin, başta da yazdığım gibi oldukça varlıklı bir aileden gelmesine, ailesinin de durumu iyi olmasına rağmen bizim arkadaş çok pintiydi. Tamirat işlerini her zaman benim evde yapardık. Gelirken diyelim ki eline bir paket bisküvi alıp da geldiyse ve bu paketten de es kaza bir kaç tane artan olduysa mutlaka artanları da cebine koyar öyle giderdi. O yıllarda ben sigara da içerdim. O da içerdi. Ama sırf bana değil hiç kimseye bir tek sigara ikram ettiği bile görülmemiştir. Öyle de kılkuyruktu.
Annelerinin çok eski bir rakkaslı duvar saatini beraberce tamir etmiştik. Kendi kolundaki Nacar’ı defalarca söküp temizleyip parlatmışızdır. Bir kaç defa da bu saate zemberek değiştirmiştik. Çünkü saatler konusunda epeyce bilgisi olmasına rağmen saati kurarken sona geldiğini anlamaz ve ha bire zorlar dururdu.
Bir gün konuşurken Ankara’da anneannesinin antika bir konsol üstü saati olduğundan, kadıncağızın bu saati çok sevdiğinden, ancak son zamanda saatin bozulduğundan, sadece bir kaç saat çalışıp durduğundan bahsetti. Ve bu saati kimseye emanet edemediklerinden kurban bayramında onların arabasıyla oraya giderek saate bakıp bakamayacağımızı sordu. Bana da gezmek lazım ya kabul ettim. Hem de gezinti arabayla olunca ve muhtemelen de babasının 1964 Chevrolet’i ile gideceğimizden bu işe çok sevindim.
Arife akşamı işten çıkınca götüreceğim saat tamiri alet ve avadanlıklarını ayarladım. Saat takımlarım haricinde belki gerekebilir diye bir kaç düz tornavida, bir pense ile bir de açıkağız anahtar takımını da yanıma alarak arkadaşımın evine gittim. O da hazır bekliyormuş, evlerinin arkasına dolaştık. Derme çatma bir garaj kapısını açtığımızda içeride pırıl pırıl lacivert renkte bir Murat 124 durduğunu gördüm. Böyle bir otomobilleri olduğundan haberim bile yoktu. Ben ‘64 Chevrolet’i umarken şansıma bu denk gelmişti. Aslında bu bana göre daha iyiydi. Çünkü 124’ü gerçekten çok severdim.
Arkadaşım otomobili çalıştırıp kapının önüne getirdi. Bu arada otomobil 1974 modeldi ve on yıllık olmasına karşılık sadece 10 bin km. yapmıştı. Pintiliklerinden hiç binmemişlerdi. Benzin aldıktan sonra gece vakti yola koyulduk. Bizim 124 kükreyerek yol aldı ve sabaha karşı Düzce’deki otobüslerin mola verdikleri tesislerin birine kadar gayet güzel geldi. Burada bayat çayları içerek biraz uykumuzu dağıtmaya çalıştık. Arkadaşıma “yorulduysan biraz da ben devam edeyim” dediysem de bana itimat etmedi. Sadece “babam kimseye verme dedi” diyerek noktayı koydu. Buna biraz bozulduysam da belli etmedim. Gerede’ye doğru tekrar yola koyulduk.
Ama o da ne? Yeniçağa’yı geçince yol boyunca kükreyerek aslanlar gibi gelen 124 bir anda kedi oldu ve miyavlamaya başladı. Arabada bir tekleme peydahlandı, patır kütür çalışır oldu. O vaziyette Gerede Esentepe’deki çay salonuna kadar geldik. Arkadaşıma “şu kaputu aç da bir bakalım, belki kolay bir şeydir” diye ne kadar söylediysem de bana itimat etmedi ve “dur şimdi, biraz motor soğusun düzelir” dedi.
Gerede’yi bilen bilir, yaz günü bile buz gibi bir esintisi olur. O sabah da çok soğuktu. Arabadan inip koşarak çay salonuna geçtik. Yine birkaç berbat çaydan sonra arabaya oturduk. Arkadaşım marşa bastı, bir numara yok. Peş peşe bastı bastı. Yine çalışmadı.”Aküyü bitireceksin, basma da bir bakalım” dedim. Sessizce başını salladı. Hem telaşlanmış ve hem de çaresiz bana mahkûm olmuştu. Arka koltuğun üzerindeki çantamın fermuarını açtım. Takımlarımı arka koltuğa döktüm. İçinden bir ince bir de uzun düz tornavida aldım. İki ağız anahtarlarımın da hepsini alıp geçerken de kaputu kendim açıp motorun başına geçtim.
Birinci bujinin kablosunu söküp kablonun ucunu buji kafasına yaklaştırdım ve “bas marşa” dedim. Kablonun ucunda hiç bir hareket yoktu. Diğer bujileri de aynı şekilde denedim. Hiçbirinde kıvılcım emaresi yoktu.
Distribütörün kapağını söktüm. Gözle muayene ettim, herhangi bir çatlak, oksitlenme görünmüyordu, tepe kömürü de sağlamdı. Aynı şekilde tevzi makarasını da inceledim, o da iyiydi.
Bu 124′ lerin en pis taraflarından birisi tevzi makarası kolayca sökülüp platine ulaşılmaz. Rahat çalışmak için distribütör mutlaka yerinden çıkartılmalıdır.
Anahtarlarımın arasından 13’ü bulup distribütörün altındaki tespit nalını söktüm. Tevzi makarasının yönünü işaretledim, kablosunu da gevşetip söktüm ve distribütörü komple dışarı alıverdim. Bizim arkadaş “Ne yaptın, hiç o sökülür mü, biz şimdi bu dağın başında tamirciyi nereden buluruz?” diye çığlık atmaya başladı. Hiç sesimi çıkarmadım.
Distribütörü milinden çevirerek platin aralığını kontrol ettim. Bunda da platin tamamen kapanmış ve bu kapanmadan dolayı kontaklar meme yapmıştı. Platin kontaklarını çantamdaki ince zımpara ile zımparalayarak pırıl pırıl yaptım. Üfleyip döküntüleri temizledim. Temiz bir kâğıtla da kuruladım. Platinin sabitleme vidalarını gevşetip platin aralığını bildiğim şekle getirdim. Sonra da tespitleri önce tornavida ile sonra da getirdiğim açıkağızlı anahtarların ufaklarıyla iyice sabitledim. Bence çok güzel olmuştu.
Distribütörü söktüğüm şekilde yerine taktım. Nalı yerine oturtturdum, ama sıkmadım. Distribütör kapağını taktım. Kabloları tekrar kontrol ettim. Ve otomobil içinde çaresiz beni seyreden arkadaşıma seslendim:”Bas bakalım çalışacak mı?”
Daha marş dişlisi volana değer değmez bizim 124 kükreyiverdi. Yan gözle arabanın içine baktım. Bizimkinin keyfi yerine gelmişti. Motorun biraz ısınmasını bekledim. Motor iyice ısınınca distribütörü sağ sol yapıp avansını el ile ayarladım. Son kontrollerimi yapıp takımlarımı topladım. Kaputu kapatıp yerime geçtim. Arkadaşım araba bozulunca epey telaşlanmıştı. Ama artık yüzünde telaş değil keyif vardı. Otomobil de düzelince güle oynaya Ankara’ya vardık.
Anneannesi Hukuk Fakültesi civarında bir yerde yalnız başına oturuyordu. Önce oraya gittik. Bayramlaşma ve güzel bir kahvaltı faslından sonra antika konsol saatini ele aldık. Saat oldukça eski olmasına rağmen pırıl pırıldı. Pirinçten yapılma arka kapağı bile ilk günkü gibiydi. Sadece mekanizmasında belli belirsiz bir tozlanma göze çarpıyordu. Kaldı ki aslında onca yoldan gelinecek önemli bir arızası da yokmuş. Sadece ana zembereği tespit çivisinden kurtulmuş. Bunu görünce güldüm. Demek ki zembereği zorlamak da irsi bir davranış olmalı diye düşündüm. Yukarıda torununun da Nacar’ın zembereğini bir kaç defa zorlamaktan dolayı kırdığını söylemiştim. Neden güldüğümü yaşlı kadına söylemedim. Sadece “onca yoldan bu ufak arıza için mi geldik” diyerek onları rahatlattım. Zembereği yerine oturtup biraz da saatin içinde kaba temizlik yaptıktan sonra ben onları kendi hallerine bıraktım. Bayramın son günü sabahı Kızılay’da buluşmak üzere ayrıldık.
Pazar günü Kızılay’da buluştuk. Arkadaşım “Ağabey sen kullan, ben sana güvenmeyerek haksızlık ettim” dedi.
Böyle bir bayram geçirdik işte.