REO, JEEP ve M1 piyade tüfeği
1980’lerin başlarıydı. Hasan askere şoför adayı olarak gidiyordu. Harem’den bindikleri Düzce Varan Turizm’e ait eski otobüs tozu dumana katarak acemi birliği Hendek’e doğru yol alıyordu. Babası da yanındaydı. Hasan o zamana kadar arabaları sevmesine ve çok merak etmesine rağmen hiç kullanma deneyimi yaşamamıştı. En çok da mahallelerindeki 1956 Chevrolet otomobili ve yazın gittikleri Karadeniz’deki köylerindeki kırmızı İnternational Harvester kamyonu severdi.
Yemin törenine kadar selam vermek, yürümek, dönmek gibi askeri konular işlendikten sonra şoförlük eğitimi başlamıştı. Önce hepsini bir dershaneye toplayıp kara tahta üzerinde bazı trafik bilgileri verdiler. Koskoca barakada ikiyüzelli üçyüz kişi olmasına rağmen içlerinden dört beş kişide ehliyet vardı. Geri kalanlardan büyük çoğunluk hiçbir şey bilmiyordu.
Daha sonra da işin asıl yönüne yani direksiyon eğitimine başlandı. Eğitim alanına benzinli M 35 modeli Reo kamyonlar gelmişti. İlk gün eğitici olan çavuş direksiyona oturarak bizim Hasan’a pedalları öğretti.”Bunu kesinlikle unutmayacaksın; soldaki pedal debriyaj, ortadaki fren, sağdaki de gaz. Yani debriyaj, fren, gaz. Sen tekrar et bakayım” dedi. Hasan önce bütün dikkatini topladı ve başladı saymaya: “Depreç” der demez enseye şaplağı yedi. ”Değil lan, iyi dinlesene. Deb-rii-yajjj. ”Hasan tekrarladı:”Dep-re-yaz”. Yine şaplak gelince iyice şaşaladı zavallı: ”Dep-ree-yaçç”.”Olmadııı!! Deeb-riii-yaaajjj” Tekrarladı: “Deep-rüüü-yaazz. ”Oğlum insanı deli etme. Deeb de bakayım” Hasan:”Deeep”. ”Pe değil ulan, hay dilini eşek arısı soksun, beee”. Hasan’da film kopmuştu bir kere. Bildiğini de unutuyordu. ”Deeebbeee”. Çavuş “patla emi, deb-ri-yajj ulan. Tekrar et hadi” diye yineledi. Hasan yavaşça ”depriyac” dedi. Çavuş da aslında anlamamıştı ama bu kadarını kabul etti. ”Say diğerlerini de “ dedi. Hasan “depriyac, firen, kazdır komutanım” deyince komutanım lafı çavuşun çok hoşuna gitti. ”Aferin bak öğreniverdin işte” dedi, bir daha da tekrar ettirmedi. O gün boyunca eğitime çıkan herkes “debriyaj-fren-gaz” demeyi öğrendi. Hasan unutmamak için her yerde bunu tekrar ediyordu: ”Depriyac, firen, kaz, depriyac, firen, kaz, depriyac, firen, kaz…”
Ertesi gün konu aracı çalıştırmaydı. Bu defa şoför koltuğunda Hasan vardı. Yine aynı aksi çavuş denk gelmişti. Hasan’a iş bırakmadan vitesi boşa alıp ”çevir kontağı” dedi. Hasan komşuları Kemal beyin 1956 Chevrolet’sine çok binmişti. Gerçi hiç direksiyonuna oturmamıştı ama kontağı da biliyordu. Hatta bir seferinde Kemal amcası “Hasan kontağı evde unutmuşum, bizim evden al da gel” dediğinde evden ucunda çok güzel de bir maskotu olan üç-beş anahtarı alıp gelmişti. Kemal bey de bu anahtarlardan en irisini otomobilin ön panelindeki yerine takıp çevirerek arabayı çalıştırmıştı. Dolayısıyla bu gün şaplak yemezdi. Ancak bir terslik vardı, Reo’nun üzerinde anahtar takılıp çevrilecek bir yer de yoktu. Azıcık biliyordu ya hemen çavuşa “kontağı verir misiniz çavuşum” dedi. Yine şaplak geldi. ”Ulan dün pedalları anlatırken sana anlattım ya geri zekâlı” dedi çavuş. Hasan “depriyac, firen, kaz,” demekle uğraşırken çavuşun anlattıklarını kaçırmış olmalıydı. Çavuş direksiyonun sol tarafında uyduruk bir yeri işaret etti. Gerçekten de Hasan bu düğmeyi çevirince gösterge tablosu hareketlenmişti. Ama sadece o kadar. Hasan “bu düğmenin arabayı da çalıştırması lazım” diye düşünerek biraz daha zorladı. Ama “kıracaksın ulan yeter” ikazını alınca bıraktı. ”Ne saçma” diye düşündü. Peki, nasıl çalışacaktı?
Çavuş Hasan’ın sağ ayağını postalından tutarak gaz pedalının üst tarafında yer alan marş pedalı üzerine koydu ve “kuvvetlice bas “ dedi. Hasan pedala basınca marş motoru Reo’nun motorunu çevirmeye başladı. Birkaç saniye sonra Reo çalıştı. Çalışınca Hasan ayağını -aslında da korkudan- hemen pedaldan çekiverdi. Bu hareket çavuşun çok hoşuna gitmişti. O gün Reo’yu bulunduğu yerde çalıştırmayı ve vites yerlerini öğrendi Hasan. Öğrendikçe keyif alıyordu aslında. Keşke çavuş da biraz daha kafa dengi olsa diye düşündü.
İlerleyen zamanda şoför eğitim pistinde yavaş yavaş da olsa gitmeye durup kalkmaya başladılar. Eğitim ilk başlarda sert ve sıkıcı olsa da ilerleyen zamanda gerçekten eğlenceli olmaya başlamıştı. Hatta bir gün başlarındaki astsubay iyi öğrenenlerin beşinci vitese geçmesine bile izin vermişti. Hasan geri manevralarda azıcık sıkıntı çekse de ileri gidişlerde oldukça başarılıydı.
Günler geceler akıp gitti. Hiç geçmez sandıkları üç ay çabucak geçerek usta birliklerine dağıtım oldular. Hasan’ın şansına da Edirne’de bir birlik çıkmıştı.
Hasan gittiği yeni birliğinde Jeep şoförü olarak seçilmiş ve hatta takım komutanı tarafından ehliyetine cip vizesi yapıldıktan sonra çarşıda da araba kullanması için polislerce trafik vizesi bile yapılmıştı. Arkasına römork takılmış eski bir M38 Jeep kullanıyordu. Bununla yemek almak için mutfağa da gidiyor, akşam olunca nöbetçi subaylara da hizmet veriyordu.
Yeni birliğinde Hasan’ı sevmişlerdi. İlerleyen zamanda ona çarşıya devamlı göreve giden sarı tamponlu bir CJ3B Tuzla Jeep verdiler. Bu Jeep M38’e göre hem daha bakımlı ve hem de yeniydi. Hasan da artık şoförlüğü ilerletmiş “debriyaj, fren, gaz” dersinden çok daha ileride bir şoför olmuştu.
Bir gün teğmeni Hasan’ı çağırarak ertesi gün için hazırlık yapmasını, iki arkadaşı ile birlikte Tuzla’daki Jeep fabrikasından tümene tahsis edilen on adet Jeep aracını teslim alarak Edirne’ye getireceklerini söyledi. Sabahleyin depodan teçhizatlarını kuşandılar, M1 piyade tüfeklerini, mermi ve kumanyalarını alarak İstanbul istikametine gidecek ilk posta trenine binmek üzere Edirne istasyonuna geldiler. Posta treni her istasyonda, her makas başında uzun uzun bekleyerek onları sabaha karşı Halkalı’ya indirdi. Sabah ilk banliyö ile Sirkeci’ye, oradan da vapurla Haydarpaşa’ya geçtiler.
Hasan Harem’in üst tarafında Çiçekçi’de oturuyordu. Vapur ile Haydarpaşa’ya yaklaşırken kendi evlerini göremese de mahallesini çok net görebilmişti. Yanındaki iki arkadaşına ve teğmene de kendi evini tarif etti. Evden uzaklaşalı da epey zaman olmuş evini çok özlemişti.
Banliyö treni ile Tuzla’ya oradan da Jeep fabrikasına geçtiler. Jeepleri o gün teslim alamadılar, işleri uzadı, ertesi güne kaldılar. Ertesi sabah kendilerine tahsis edilen beş adet açık vagona cipleri ikişer ikişer bindirdiler. Vagonun zeminine çaktıkları ağaç takozlarla ve gergi telleriyle cipleri sabitlediler. Şanslarına çok beklemeden hemen hareket ettiler. Öğlene doğru da karşıya geçecekleri Haydarpaşa’daki feribot iskelesine geldiler. Buradaki hareket memuru karşıya geçiş için çok sıra olduğunu kendilerine sıranın ancak bu gece gece yarısından sonra gelebileceğini söyledi.
Bunun üzerine Hasan utana sıkıla başlarındaki teğmene “komutanım, size evimi göstermiştim, hemen şurada. Nasılsa geceye kadar buradayız, bir koşu gider gelirim. Annemi, kardeşlerimi görürüm.” dedi. Teğmen buna baştan sıcak bakmasa da Hasan’ı sevdiğinden “peki ama iki saat sonra burada ol. Tüfeğini teçhizatını da yanına al, ama sakın kurcalama, başına bir hal getirme” diye sıkı sıkı tembihledi.
Hasan Harem’den yukarı doğru koştururken ayakları sanki yere değmiyordu. Annesi ve kız kardeşi kapı çalınıp da onu karşılarında böyle asker kıyafetiyle görüverince sevinçten deliye döndüler. Hemen sevdiği yemekleri hazırlamaya koyuldular. Mutfakta sohbet ederlerken Hasan da yanında getirdiği M1 piyade tüfeğini kız kardeşine anlatıyordu. Hasan’ın tüfeği de en sevdiği kamyon olan İnternational Harvester fabrikasında yapılmıştı. Nişangâhın arkasında öyle yazıyordu.
Vakit gece yarısına geliyordu. Teğmenin ve diğer askerlerin gözü yollarda kalmıştı. Son vagonlar da feribota yüklediği halde Hasan’dan haber yoktu. Feribot birazdan hareket edecekti. Teğmen hareket memurunun yanına giderek bir askerlerinin geleceğini, geldiği takdirde hemen karşıya geçip Halkalı’ya gelmesini tembihledi. Çok da telaşlanmıştı.
Feribot Sarayburnu’na gelince bir manevra lokomotifi bizimkilerin vagonlarıyla birlikte pek çok yük vagonunu katar yapıp Halkalı’ya doğru yollandı. Bu arada güneşin ilk ışıkları da görünmüştü. Teğmenin telaşı çoğalmıştı. ”Keşke yollamasaydım” diye aklından geçirdi. Halkalı istasyonunda diğer iki askerini vagonların başında nöbetçi bırakıp yolcu peronuna doğru yöneldi. Buradan Edirne’ye de yeni katar yapılacak ve öğleden sonra hareket edilecekti. Sıkıntıdan peronda volta atıp devamlı sigara içiyordu. Ama gelen giden yoktu. Bu arada artık banliyö trenleri sıklaşmış, istasyonda kalabalık da çoğalmıştı.
Küçük bir çocuk peronda “yazıyor, yazıyoor” diye bağırıyordu. Teğmen çocuğa para verip bir gazete aldı. Bari vakit geçiririm diye düşündü. Gazetenin her zaman yaptığı gibi önce spor sayfasını çevirdi. Maçlara, puan durumuna göz gezdirdi. Ama aklı Hasan’daydı, spor sayfasından bile keyif alamıyordu. Bir sigara daha yakmak istedi ama paketi bitmişti. Büfeye doğru yöneldi. Bir paket sigara aldı. Gazeteyi okuduğu banka geri döndü. Tekrar gazeteyi açtı. Bu defa birinci sayfayı açtı. Sürmanşetteki haberi görünce kanı dondu, rengi kaçtı.
“Edirne’den göreve gelen asker kızkardeşini kaza ile vurdu. “
İstanbul(THA). Edirne’den görevli olarak İstanbul’a gelen Piyade Eri Hasan Korkmaz dün öğleden sonra ailesinin yaşadığı Çiçekçi’deki evlerine gelmiş, burada kız kardeşi Ayşe Korkmaz’a silahını tanıtırken silahın yanlışlıkla ateş alması sonucu ev içinde seken mermi kız kardeşinin ağır yaralanmasına neden olmuştur. Derhal Haydarpaşa Numune Hastanesine kaldırılan Ayşe Korkmaz’ın hayati tehlikesi devam etmektedir.”
Gazete teğmenin elinden düşüverdi….
Hayatımızda ve de tabii trafikte iyi niyetimizle, acıyarak, aşırı cesaretle yaptığımız pek çok hareketimizin bize kötü sonuçlarla döneceğini unutmayalım.
Herkese 2014 yılında kazasız belasız, sağlık ve mutluluk dolu günler diliyorum.