Uçmakdere seyahati
Ortaokuldan arkadaşım olan Aykut orta ikinci sınıfta iki yıl üst üste topu dikince belge alarak okulu bırakmıştı. Babası o zamana göre varlıklıydı. Şehir içinde özel bir otopark işletiyor ve aynı zamanda da hayvancılık yapıyordu. Ortaokulu bırakınca babasının otoparkında işe başladı. Aykut da her erkek çocuğu gibi otomobilleri severdi. Kısa zamanda otopark içerisinde otomobillerin yerlerini değiştirmeyi, yıkanacak otomobilleri çeşme başına çekmeyi, yağ değişiminin yapılmasını ve hatta basit onarımları çözdü. Ağabeyi Yusuf da motor meslek lisesini bitirince otoparka transfer oldu. Ve hatta bu işlerin okulunu okumasına rağmen Aykut’un pek çok konuda kendisinden daha iyi seviyede bilgili olduğunu gördü. Ve onun üstünlüğünü kabullendi. Dolayısıyla onun otoparkta çevirdiği bir takım dümenlere de alet oldu. İki kardeş uzunca bir süre bu otoparkı birlikte işlettiler.
Bir süre sonra babaları ölünce iki kardeş çiftliği satıp yepyeni bir Caterpillar 955 kepçe ile iki damperli kamyon satın alarak hafriyat işine başladılar. Hafriyat işi tutunca otoparkı da bir meraklısına devredip tamamen bu işe sarıldılar. Gelir iyi olunca Aykut garajda görüp de ancak kısa turlar yapabildiği lüks otomobillere merak sardı. Hatta o zamanlar “drag” yarışlarının adı bile bilinmezken sabaha karşı buğulu kafayla Bağdat Caddesi’nde yapılan “drunk” yarışlarını icat etti. Bu yarışlar sırasında birkaç pahalı spor otomobili de canına zarar vermeden parçaladı tabii.
1980’lerin başlarında bir gün karşılaşıp eski anıları yâd ettik. Eski delilikleri kısmen bitmişti. Yine otomobillere merakı vardı ama daha makuldü. Bana hafta sonunda Şarköy’e gideceğini, orada bir motelde yer ayarladığını, istersem beraber gidip dönebileceğimizi söyledi. O yıllarda Şarköy gözde bir turistik beldeydi. Özellikle Ankaralılar Şarköy’ü çok tercih ederlerdi. Bu kısa tatil bana da iyi gelebilirdi. Kabul ettim, ama giderken değil de dönerken beraber dönmek üzere anlaştık. Çünkü o cuma gününden gidecekti, bana uymuyordu.
Cumartesi sabahı Topkapı’dan Şarköy Seyahat’in otobüsüne bindim. Yeniçiftlik, Sultanköy, Ereğli derken Tekirdağ’ı bulduk. Tekirdağ garajında epey bir beklemeyi takiben yola çıktık ve öğleye doğru Şarköy’e geldim. Aykut’un moteli hemen sahilde güzel bir konumdaydı. Ancak hava oldukça serin ve rüzgârlıydı. Pek de deniz havası yoktu. Uzunca bir sohbetten sonra Aykut :”Gel sana yeni oyuncağımı göstereyim” dedi. Beraberce motelin arka bahçesine gittik. Oradaki bir ağacın altında değişik bir araç duruyordu. Üzeri yeşilimsi bir tenteyle kapatılmış, dört kapılı ve İkinci Dünya Savaşı filmlerinde gördüğümüz Alman araçlarına benziyordu. Aykut anlatmaya başladı: “Bu bir Volkswagen. Modeli de VW 181 olarak geçiyor. Üzerinde 1600 santimetreküplük hava soğutmalı standart bir Volkswagen motoru var. Motorun gücü 53 PS. Dört ileri vitesli düz bir şanzımanı var. Aslında bu da bir askeri araç ama benimki sivil versiyonu. Bunu bizim hafriyat şirketinde arazide kullanmak için aldım. Birkaç kez Çatalca taraflarında da kullandım, oldukça başarılı. Motor aynen Volkswagen otomobillerde olduğu gibi arkada. Dikkat edersen yerden de oldukça yüksek.”
Kapıyı açıp içine doğru baktım. Şoför mahalli gerçekten de bildiğimiz kaplumbağa modeliyle aynıydı. Her ayrıntıyı içinde barındıran tekli göstergesi ve üzerinde kale, köpek ve akarsu simgelerini bulunduran dört kollu estetik direksiyon simidi ile hoş bir otomobildi. Vites kolu civarında ön tekerlekleri tahrik edecek bir düzen var mı diye baktım, göremedim. Eğilip alttan ön takıma bakarken Aykut: “Neye bakındığını anlıyorum ama bunda ön tekerleklerde hareket yok. Dört çarpı dört değil yani. Sadece arka tekerlekler hareketli” dedi.
“Bu direksiyondaki amblem neyi anlatıyor bilir misin?” diye sordu. “Hayır, bilmiyorum” deyince başladı anlatmaya: “Bu kale arabanın kale gibi sağlam olduğunu, bu akan su ise yollarda sular seller gibi akıp gittiğini anlatır” dedi. “Peki, köpek?” dedim. “O da Volkswagen’in sahibine bir köpek gibi sadık olduğunu anlatır” dedi, gülüştük.
Ön kaputu açıp içerisine baktık. Aynen kaplumbağa modelindeki gibi stepnesi ve avadanlıkları buradaydı. Hatta stepnenin basınçlı havası cam yıkama tertibatına irtibatlıydı.
Hava rüzgârlı olunca denize de giremeyeceğimizden o günü sahildeki çay bahçelerinde geçirip ertesi gün de sabahleyin İstanbul’a dönmeye karar verdik. Aykut dönüş güzergâhı olarak otobüsün takip ettiği Malkara-Tekirdağ istikametini değil de sahili takip ederek Mürefte üzerinden giden sahil yolunu kullanmayı önerdi. Yol haritada Mürefte’den sonra bozuk gözüküyordu ama bu da bize Volkswagen’i bozuk zeminde deneme fırsatı verebilirdi. Yine de yolun durumunu orada bir bilene sormaya karar verdik. Motelin sahibi görmüş- geçirmiş bir adama benziyordu, ona sorduk: “ Biz evvelce o yolu kullanırdık. Hatta burada Tekirdağ’a çalışan bir kaptıkaçtı vardı, o oradan giderdi. Mürefte’den sonra azıcık bozuktur ama manzarası çok güzeldir. Sizin arabanız da jip gibi zaten, rahatlıkla gidersiniz. Yolun ucu Uçmakdere köyünden Barbaros’a çıkar” dedi.
Ertesi sabah uyandığımızda kahvaltıdan sonra Mürefte’ye doğru yola çıktık. Yol gerçekten çok güzeldi. Sağ tarafımızda müthiş bir deniz manzarası eşliğinde yolumuza devam ediyorduk. Bu arada güneş de çıkmış Şarköy’deki sıkıntılı hava kaybolmuştu. Mürefte’de bir benzin istasyonundan aracın deposunu da doldurduk. Benzinciye de yolu danıştık. O da aynen motelci gibi konuştu. “Biz bazen Barbaros’a gitmek için o yolu kullanırız. Hatta bizim buradan günde bir minibüs o yolu kullanarak Uçmakdere’ye gider. Sizin arabanız da iyi maşallah, çok rahat gidersiniz” dedi.
Mürefte’yi çıkınca yolda bozulmalar başladı. Yol ilk önce bayağı güzel asfalt olmasına rağmen sonra bu asfalt leğen gibi çukurları olan stabilize bir yola dönüştü. Aykut epey bir zaman bu çukurlardan kaçmak için gayret sarf etse de sonradan yorulup vazgeçti. Önümüze gelen çukura girip çıkarak çok düşük bir hızla yolumuza devam ettik. Çukurlar giderek azaldı ve bir zaman sonra da yol tamamen toprak bir yol oldu. Toprak yol yine de nispeten iyiydi. Biraz daha gidince çok keskin taşlarla dolu çakıllı bir yola geldik. Tekerleklerden fırlayan taşlar çamurluklara çarptıkça insanı gerçekten rahatsız eden bir gürültü meydana geliyordu.
Gürültüden kafamız şişince ikimiz de biri birimize baktık. “Keşke normal yoldan gitseydik” sözünü ilk söyleyen ben oldum. Aykut da “bir saattir yoldayız, hiç kimseye rastlamadık farkında mısın?” dedi. Ama artık yapılacak bir şey yoktu. Mürefte’den bile epey uzaklaşmıştık, mecburen devam edip gidecektik. Taşlı yol da epey sürdü. Karşımızdaki küçük tepelere tırmanan dar ve virajlı bir yola geldik. Burası da sadece gidip gelen traktörlerin açtığı iki tekerlek izinden ibaretti. Bir müddet yol aldıktan sonra tepeye doğru tekerlek izleri derinleşti, bizim arazi aracının yer yer altı sürtmeye başladı. Aykut direksiyonu kırdı ve aracın bir tekerleğini sağdaki tekerlek izine indirip diğerini de yan taraftaki yükseltiye çıkardı. Araç iyice yan yatıp gitmesine rağmen zaman zaman sürtmeler devam etti. İlk küçük tepeciğin zirvesine çıktığımızda sağ tarafımızda çok güzel bir manzara vardı. Burada yol da nispeten iyiydi. Biraz inip etrafı seyrettik. Yanımızda getirdiğimiz ufak tefek yiyeceklerden yedik. Hareket edeceğimiz zaman eğilip Volkswagen’in altına sürtmeler bir zarar vermiş mi diyerekten baktım. Bir zarar yoktu ama daha kötüsü sağ arka tekerlek patlamıştı.
Bagajdan stepne, bijon anahtarı ve hidrolik krikoyu çıkarttık. Tekerleklere taş koyup aracı sabitledik. Stepneyi taktık takmasına ama stepnenin de havası azdı. Muhtemelen cam yıkama için basınç stepneden alındığı ve de Aykut’un da bunu kontrol etmek aklına gelmediği için havası azalmıştı ama idare ederdi. Tekrar yola koyulduk. Yol yine iki tekerlek izinden ibaretti. Yaklaşık bir saat kadar daha tırmandık. Bu esnada karşıdan nihayet bir minibüs göründü. Benzincinin bahsettiği minibüs bu olmalıydı. İnip minibüsü durdurduk. Şoför ileride yolun düzeleceğini, Uçmakdere köyüne çok az bir yolumuz kaldığını söyledi.
Manzara ve hava çok güzel olmasına rağmen oldukça yorulmuştuk. Minibüsçünün “ileride” dediği yer bir türlü gelmiyordu. Yarım saat kadar daha gittik. Yol iyice dikleşti. Rampanın tepesine yaklaşırken Volkswagen iyice çekişten düştü. Aykut ikinci vitesten bire almak istedi ama vitesi cartlattı. Bu esnada otomobil de rampada kalakaldı. Birkaç zorlamadan sonra vitese geçti, zor bela kalkabildi. İçeriyi yoğun bir debriyaj balatası kokusu sardı. Ağır ağır ilerleyen araç yaklaşık birkaç metre sonra ise stop edip yığılıp kaldı. Artık vites kolu sabitti, hiçbir vitese geçmiyordu. Aykut debriyaja basarak motoru çalıştırdı, motor çalışıyordu ama debriyajı bırakınca stop ediyordu. Muhtemelen şanzıman iflas etmişti. Ne kadar uğraştıysak da vitese geçmiyordu.
Yapılacak tek şey yaya olarak tepeyi tırmanıp Uçmakdere köyüne yürümek ve oradan yardım almaktı. Yaz sıcağında yürümeye başladık. Tepeye ulaşınca köy göründü. Bir saatlik bir yürüyüşten sonra köye ulaştık. Köylüler çok yardımsever insanlardı. Bir traktörle Volkswagen’i çekip köye getirdik. Aykut aracı burada müsait bir yere bırakıp daha sonra aldıracağını söyledi. Biz de Tekirdağ yoluna kadar yine bir traktörle gittik, oradan bulduğumuz ilk otobüsle İstanbul’a döndük.
Aykut daha sonra Volkswagen’i İstanbul’a getirtip gurup mili kırılan şanzımanını oldukça yüklü bir paraya tamir ettirdi. Ama düzen tutturamadı. Daha sonra acentesinden yepyeni bir şanzıman alarak taktırdı.
Ben Uçmakdere yolunu çok sevdim. 2000’li yılların başında merakımdan bir kez daha gittim. Yol bazı yerlerinde onarım görse de aslında Aykut’la geçtiğimizden çok farklı değildi. Fırsatım olursa bu yıl da gitmeyi düşünüyorum. Duyduğum kadarıyla şimdi bizim perişan olduğumuz rampalarda yamaç paraşütü yapılıyormuş.
M.Ali Sade
2015